RSS

Deizm Tartışmaları Ekseninde Bir Tahlil!..

Deizm Tartışmaları Ekseninde Bir Tahlil!..

Affınıza sığınarak herkesin tartıştığı bir problemle ilgili bazı şeyleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bugünlerde tartışılan en önemli gündem konusu deizm!.. Orta öğretim (ortaokul-lise) ve üniversite öğrencilerinin, kısacası gençliğin deizme kaydığını, acilen bir şeylerin yapılması gerektiğini konuşuyoruz.  Bu arada bir vesileyle deizmin ne olduğunu da öğrenmiş olduk.

Evet, üzerinde durulması, sebeplerinin araştırılıp önlem adına bir şeylerin yapılması gerektiğini kabul etmekle beraber birilerinin düğmeye basıp merak saikıyla bilinçli olarak gençliği deizme kaydırmayı, kamplaştırmayı, tartıştırarak bölmeyi, bölüştürmeyi hedeflediğini düşünmüyor da değilim.

Bununla beraber gelinen noktada konuyu tartışan ve şikâyetçi olan biz eğitimcilerin hiç mi payı yoktur? sorusuyla özeleştiri yaparak başlamak istiyorum?

Önce bir durum tespiti yapmak gerekiyor. Gerçekten böyle bir durum var mı? Yoksa hayali bir şey mi tartışıyoruz?

Deizim nedir? Terim Lâtince tanrı anlamındaki Deus sözcüğünden türetilmiştir. Deizm temelde tüm dinleri reddeder ve tek tanrıya inanır. Dinsel bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Vahiy gibi konuları reddeder. Tanrı dünya hayatına ve evrene müdahale etmez. Hiçbir aracı olmaksızın sadece akıl yoluyla kavranabilecek yalın bir tanrı inancını benimser. Bu inancı benimseyen kişiye deist denir. Kısacası özgür düşüncelilerin tanrı inancını ifade eder.

Daha geniş bir ifade ile evreni yaratan, işleyişi için tabiat kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç deizmi ifade eder. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni; tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan, dışarıdan müdahale olmadan tabiat kanunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir. İlâhî ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur. Belirli bir öncüsü, merkezi bulunmaması sebebiyle deizmde ihtiyaç duyulan tek şey sağduyulu olmak ve her şeyi akıl süzgecinden geçirmektir.

Aramızda konuyu tartışırken bazı arkadaşlar böyle bir şey yok; deizmi kim biliyor ki? Diyor. Evet doğru! Deizm nedir, diye sorsanız bu betimlemeyi kimse yapamaz; tanımını, ne anlama geldiğini bilmez. Ancak gençlerdeki kabullerin ve yaşanan hayatın formatına bakıldığında deizmden farkı olmadığı görülür. Belki abartı olacak ama nerede ise vahiyden referans alan, ya da dinî, ahlâkî değerlerden beslenen herhangi bir değer yargısı kalmadı. Şöyle yaparsam günah olur algısı nerede ise hiç yok. Hayatı şekillendiren değerler tamamen internet kültürüne bağlı.

Biz akademisyenler elimizi vicdanımıza koyarak bir öz eleştiri yapmak durumundayız, diye düşünüyorum. Bilerek ya da bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz; iyi niyetlisinin de kötü niyetlisinin de az ya da çok bu çorbada tuzu var. Kimisi bilimsellik adına, kimisi akılcılık veya aklileştirme adına, kimisi şöhret ve daha çok konuşulma adına, kimisi -sözüm ona- dini kurtarma adına, kimisi de bilerek ihanetin bir parçası olarak mevcut duruma katkı sağlamaktadır.

Her şeyden önce bizler toplum olarak kısmen gerilimden kısmen de heyecandan beslenen bir toplumuz. AK parti iktidarı öncesinde gerilimsiz geçmeyen bir günümüz yok gibiydi. Siyasi hayatta olduğu gibi dinî ve sosyal hayatta da böyleydi. Elimizden alınan kutsal veya imanî değerlerimizi elde etmek için direncimizi sürekli canlı tutmaya çalışıyorduk. İktidar olmak bizim için ulaşılmaz bir hedefti ve iktidara gelmek için veya en azından ortağı olmak için fikir üretme, bir araya gelme, faaliyette bulunma, kültürel aktiviteler icra etme çabası içindeydik. Bir ümit ve bir hedef peşinde koşuyorduk. Ümit ve geleceğe koşmak gençliği her zaman canlı tutan bir aksiyondur. Önümüzde birtakım hedefler vardı ve bu hedefler bizi peşinden koşturuyor, amaçlı ve hedefli yaşamamızı sağlıyordu. Bir heyecan ve bir şeyler yapama çabası içinde olmak, tabir caiz ise işe yaramak birçok değerimizi koruma altında tutuyordu. Her şeyden önce bu aktivitelerin bir kıymeti bir değeri vardı. Hepimiz dava arkadaşıydık. Birbirimize değer veriyorduk. Bize öncülük eden hocalarımızla iç içe ve onların kontrolündeydik.

İktidar olunca bütün bunlar kıymet ve değerini kaybetti. Biz de boşlukta kaldık. Nasıl olsa iktidar bizden, sokakta gezenlerin dörtte üçü bizden; bir araya gelmeye, faaliyet göstermeye, taraftar toplamaya gerek yoktu. İktidar olma hedefi vardı, bitti. Başörtü davası vardı oda bitti. Üniversiteye gitme engelleri vardı, onlar da çözüldü.  Artık belli bir dava için bir araya gelme ihtiyacı kalmayınca yalnızlaştık. Bizi, gençliği peşinden sürükleyecek yeni hedefler konmadı önümüze. Bir boşluğa düştük. Çünkü hedef i’lâ-i kelimetullah değildi, iktidar olmaktı. Batı medeniyetinin çürüdüğünü, insanlığa sunacak bir şeyi olmadığını, insanlığı düşmüş olduğu bu bunalımdan kurtaracak tek çarenin ilahî değerler olduğunu anlatamadığımız gibi İslam medeniyetini yeniden alternatif hale getirmek için yeni faaliyetler de başlatamadık. Bunları iktidardan bekledik. Bizim işimiz bizden olan bir kadroyu iktidara taşımaktı. Onu da yaptık. İşimiz bitti zannettik. Olumsuzluklar karşısında da hep iktidarı suçladık ve hâlâ da suçluyoruz. Hâlbuki iktidarın görevi imkân sağlamaktı. Bir eğitim politikası belirlemek ve uygulamaya sokmak açısından iktidar sorumlu tutulabilir. İktidarın en başarısız olduğu alan maalesef eğitim alanıdır; bunu da kabul etmek lazım. Ancak bize sunulan imkânları biz eğitimciler maalesef gerektiği şekilde kullanamadık. Ülke çapında sağlanan ekonomik rahatlama maalesef bizi fazlasıyla dünyevileştirdi. Kutsal hedeflerimizi unuttuk, dünyaya yöneldik. Arsa, daire, araba peşine düştük. Gönüllü olarak üç-beş öğrenciyi okutmaya zaman ayırmadık. Önceleri zaman ayırıyorduk çünkü hedef Allah rızası değil, iktidar olmaktı. Artık iktidarız.

İktidar olup hedeflere ulaşınca boşlukta kaldık. Bu da bizim maalesef yalnızlaşmamıza sebep oldu. Bizi bir araya getirecek bir hedef kalmayıp yalnızlaşınca aklımızla, internetten öğrendiklerimizle ve televizyonlarda duyduklarımızla baş başa kaldık. İktidar öncesinde hep irtica tartışmaları bizi geriyor ve dinden taraf olmaya sevk ediyordu. Savunma saikıyla dindar kesim bir bütün hâlinde olabiliyordu. İktidar olunca heyecanlara hasret kaldık. Bu boşluğu ya diziler ya da hararetli televizyon tartışmaları aldı. Bu tartışmalarda hiç duymadıklarımızı duymaya başladık. Sonuçta birbirimize düştük. Cemaatler ilahiyatçıları ilahiyatçılar da cemaatleri eleştirmeye başladı. Toplumsal ve taraftar gücü siyasî ve ekonomik ranta dönüştürülmeye çalışıldı. Kimisi vali, kimisi rektör atamaya kalktı…

Elde edilen dinî ve sosyal hayattaki rahatlamayı bir nimet olarak kabul etmek gerekirken maalesef bütün bu kazanımları çok basit ve şahsî ihtiraslarla berhava ettik. Artık din bile kutsal bir dava olmaktan çıktı, siyasi güç elde etme aracı olarak kullanılmaya başlandı. “Gam değildir gide dünya kala din, gam o dur ki kala dünya gide din” sözü herhalde böyle bir ortam için söylenmiştir. Artık uğruna mücadele verdiğimiz, protestolarla dönemler kaybettiğimiz başörtüsü bile kutsallığını yitirdi, bir güzellik aksesuarına dönüştü.

Birileri her şeyi ama her şeyi Kur’an’la izah etmeye kalktı. Bazı âyetleri bir ayetten öbür âyete, o âyetten başka bir âyete geçerek açıklamaya çalışıyor; Kur’an’dan başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığı vurgusuna yer veriyordu. Bu söylemini de âyeti başka bir âyetle açıklama vurgusunu unutarak atomik bir yaklaşımla cımbızladığı ayetle desteklemeye çalışıyordu. Âyetlerin anlamlandırılmasında peygambere, hadise, sünnete hiç yer yoktu. “Hocam sünneti, hadisi kabul etmiyor musunuz?”, dendiğinde de aşırı kızıyor, hakkını helal etmediğini söylüyordu.

Farkında ya da değil, aslında peygamberi devre dışı bırakarak yerine kendisini koyuyor. Çünkü Arap Dili kuralları çerçevesinde ayete mana verip geçmiyor, yorum yapıyor, ayetin maksudunu açıklıyor, başkalarının mana ve yorumlarını tenkit ediyor. Allah adına yorumlar yapıyor, Allah’ın söylemediklerini O’na söyletiyor. Oysa Kur’an’dan başka bir şey kabul etmeyen biri sadece meal verip geçmesi lazım. Kendinden bir kelime dahi katmaması, yorum yapmaması gerekir. Ayrıca bazı ayetlerin manasının Allah’a, lafzının Cebrail’e ait olduğunu söyleyebiliyor. Bunun bir adım ötesi Kur’an lafzının ilâhî olmadığını, peygamberin gönlüne mana olarak indirildiğini, lafzı peygambere ait olduğunu kabul etmektir. Bir adım daha ötesi de Kur’an’ın önemli olan manasının olduğu, lafzının önemli olmadığı noktasına gelmektir. Oysa Kur’an’ın lafzı da manası da mucizdir yani hiçbir tercüme ile mevcut lafzının manası yansıtılamaz. Tercümelerde mana tam olarak yansıtılamadığı için Kur’an çevirilerine tercüme değil meal denmiştir.

Bu fikri savunmak cehalet değilse ihanettir demek aşırı bir tenkit mi olur bilmem! Ancak Kur’an’ın lafzını tartışır hale geldiysek dokunulmamış hiçbir kutsalımız kalmamış, demektir. Peki, bu gençliği hangi kutsalın etrafında bir arada tutacağız?!. Bu gençlik deist olmasın da ne olsun?! Peygamber, hadis, sünnet, geçmiş bütün ulema devre dışı bırakılırsa, şimdiye kadar yapılan nerede ise bütün yorumların yanlış olduğu söylenirse, gençliğin eline okuyup kabul edeceği hiçbir değer bırakılmamış demektir. Bu tartışmalarda veya TV programlarında kullanılan üslup, âyetlere yüklenen manalar ve yapılan bütün yorumların yanlış olduğu izlenimini vermektedir. Cemaatler ilahiyatçıları ilahiyatçılar da cemaatleri bitirince, elinde dizi dibinde diz çöküp dinini öğreneceği güvenilir canlı bir otorite bırakılmayan, dinî literatür ve ilmihallerden de uzaklaştırılan, mealden de namaz ve oruç gibi dinî vecibelerini öğrenemeyen gençlik, çareyi ya boş vermede veya her şeyi aklıyla çözmede bulacaktır. Bu genç deist olmasın da ne olsun?!.

Söylenenlerden biri de Kur’an’dan herkes ama herkes istediğini öğrenebilir, anlayabilir, sloganıdır. Çünkü Kur’an anlaşılmak için gönderilmiştir. Din hiç kimsenin tekelinde değildir. Sahabe döneminde bedevisi de Hz. Ömer gibi ünlü sahabîler de Kur’an’ı anlıyordu ve öyle amel ediyordu. Kur’an’ı anlamak için birilerine ihtiyaç yoktur. Bu söylemler dışardan bakıldığında gayet makul gözüküyor. Böylece bütün gençlik ilmihal dediğimiz günlük dinî bilgileri öğreneceği kaynaklardan uzaklaştırılıyor ve sonuçta herkes kendine göre bir din anlayışı oluşturuyor; netice itibariyle binlerce din ortaya çıkıyor çünkü aklını merkeze alarak oluşturduğu dinin otoritesi kişinin kendisi oluyor.  Böylece mezhepler de anlamsızlaştırılarak bertaraf ediliyor. Mezhep imamları, hadis otoriteleri, fıkıh âlimleri ihanetle suçlanıyor. Bu kişiler yaşantılarında tek otorite akıllarını kabul edince deist olup ortaya çıkıyor. Deizmin ne olduğunu bilmeye ya da bilinçli deist olmaya gerek yok.

Birileri de peygamberi devre dışı bırakmak için rükû ve secdelerin Yahudilerden öğrenildiğini dolayısıyla hadislere, sünnete gerek olmadığını, dinimizi peygamber olmadan da Kur’an’dan öğrenebileceğimizi söylüyor. Bunu da birtakım video gösterileriyle ispatlamaya çalışıyorlar. Kur’an’da olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Sahabeye hakaret ederek, güya dini kurtarma adına bütün hadisleri red ediyor, sahabeleri peygambere iftira atmakla suçluyor, verdiği bir kelime oyunu örneğiyle ta o günden bu güne hiçbir sözün saf bir şekilde günümüze kadar gelemeyeceğini söylüyor. Böylece o altın nesil Hz. Ömer, Ebû Bekir, Hamza, Abdullah, Fatma, Ayşe, Hatice, Zeynep gibi isimleri çocuklarımıza vererek bir örnek şahsiyet sunmaya, özendirmeye çalıştığımız numuneleri de kaybetmiş oluyoruz.  Çükü birilerinin iddasına göre (Hz.) Ömer, Ebû Bekir irtidat ederek, diğer birilerinin iddiasına göre de diğer sahabîler hadis uydurarak peygambere ihanet etmiştir.

Peki, bir akademisyen ya da eğitimciler olarak biz işin neresindeyiz? Aslında öz eleştiri yaparken itibarsızlaştırma adına aynı hataya düşer miyim diye endişe etmiyor değilim. Genelleştirme yapmıyorum tabii ki. Bu işi özenle, titizlikle yürüten hocalarımızı tenzih eder aflarına sığınırım.

Ancak bilmeyerek, ilerisini hesap etmeyerek yanlışlar yaptığımızı ve buna alet olduğumuzu düşünüyorum.

Her şeyden önce derslerimizde alan dışına çıkıyor ve maalesef yanlışlar yapıyoruz. Çok fazla akademik takılarak çocukların kafalarını allak bulak ediyoruz. Seviyelerini hesap etmeden kendi seviyemizde akademik birikimleri varmış gibi hareket ediyoruz…

Örneğin bazı okullarda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapan bazı öğretmenler veya bazı derneklerce getirtilip konferans verdirilen bazı akademisyenler kendi alanlarını bırakmış hadisi tartışıyorlar. Sohbetlerinde veya defakto sorulan sorulara verdikleri cevaplarda herhangi bir araştırma yapmadan, herhangi bir otoriteye sormadan, uzmanlık alanım değildir uzman birine sorun deme tevazuunu göstermeden, hoca sıfatıyla her şeyi bilmesi gerekiyormuş gibi kendisinde cevap verme mecburiyeti hissedenler, maalesef sadece aklına müracaat ederek “böyle bir hadis olmaz, bu hadis uydurmadır” diyebiliyor.

Sorulan hadis belki gerçekten de hadis değildir veya hadistir, sahihtir fakat makul bir izahı vardır. Bütün bunlar dikkate alınarak cevap verilse aslında sorun olmayacak ve aslında hocalara olan güven de sarsılmayacak. Faraza “Hocam bu hadis Buhârî’de geçiyor” dendiğinde de “Buhârî de kim oluyor” söylemiyle karşılaşılabiliyor. Böylece Buhârî gibi bir otorite bertaraf ediliyor. Artık en güvenilen hadis otoritesi Buhârî için, “o da kim oluyor” dendiğinde başka hiçbir hadisi o kişinin önüne getiremeyiz. En güvenilir otorite böyle silinip atıldıktan sonra diğerlerinin zaten bir hükmü kalmaz. Gençler bu hoca bu konunun uzmanı değildir, hükmüne itibar etmeyelim, demez. Bu manada gençler gerçekten masumdurlar. Hadisle yeni tanıştıkları için hadisin daha ne olduğunu bile bilmiyorlar.

Bir şekilde sorun size gelse ve siz de “Yok evladım bu sahih bir hadistir. Bak o şöyledir. Şöyle demek istemiştir.” dediğinizde bu sefer o hocanın otoritesi sarsılıyor. Böylece hocaların dediği de anlamsız hâle geliyor. Artık öğrencinin güveneceği hiç kimse kalmamıştır. Babası adını Ömer koyarak Ömer’le kendisini yanıltmış, babanın güveni sarsılmıştır; okulda hocalar yanlış bilgiler veriyor diyerek okulda hocanın otoritesi sarsılmıştır; zihninde büyüttüğü Buhârîler, İmam-ı Azamlar için sahte denmiş, onlara da güveni kalmamıştır. Televizyon tartışmalarında hadislerin sahte olduğu söylenmiş, peygamber adına önüne gelen hiçbir söze güveni kalmamıştır. Kur’an’dan başka hiçbir doğru yok, denmiş, dini artık ilmihallerden değil Kur’an’dan öğrenmesi gerektiğini duymuş, inanmış; Kur’an’ı eline alıp Kur’an’dan dinini de öğrenemeyince gencin elinde hiçbir şey kalmamıştır.

Sonuç, hepimiz güvenilmez kişiler olup çıkıvermekteyiz. O profesöre güvendi güvenilmez çıktı çünkü birilerinden onun doğru söylemediğini duydu. Bütün cemaatler zaten güvenilmezdir, çünkü onun tecrübesini yaşadı. Güvenilecek geçmişten bir âlim de kalmadı çünkü hep yanlış fetvalar verdiklerini duydu. Bu aşamadan sonra kitaba zaten güvenilmez, çünkü onları da o güvenilmez olan hocalar, âlimler kaleme almıştır. Geriye sadece kendi aklı kaldı… İşte size deist bir nesil?…

Televizyon programları o kadar etkili ki, çok sevdiğim bir dostum telefon etti. “Hocam sizden davacıyım. Şimdiye kadar bizlerden hep gerçekleri sakladınız. Kaza namazı yok, bize kaza namazı kıldırdınız. Teravih namazı yok, bize teravih namazı kıldırdınız.” Dedi. “Bu nerden çıktı?” diye sorduğumda, “Hocam bunlar Kur’an’da yok ki!” dedi.

Sözün bittiği yer burası olsa gerek….

Peki ne yapmalıyız?…

Başınızı ağrıttığım için özür diliyorum…

12.04.2018

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

 

 
Yorum yapın

Yazan: Nisan 16, 2018 in Genel

 

Ne Oluyoruz?!.

Bazen kendi kendime, bazen de sesli olarak çevremdekilere, bize ne oluyor? Diyorum. Neden mi?.. Müsaadeniz olursa nedenini siz dostlarla paylaşmak, biraz da deşarj olmak, rahatlamak istiyorum. Olay şu: Bizzat şahit olan bir yüksek lisans öğrencim söyledi. Yakın bir tarihte bir dernek tarafından davet edilip konferans verdirilen bir tıpçı, özet olarak “hadis yoktur, hadis Kur’an’ın kendisidir” demiş. İsmen davet edilenlere verilen ve herkese açık olmayan bu konferansta itiraz etmek isteyenler, toplu protestoya maruz kalarak konuşturulmamış. Konferansçının yazmış olduğu bir kitabın arka kapak yazısında, yazarın Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Hadis Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans derslerine katıldığı yazılı, bunu da konferanslarında kullanıyor, kendisine sözlerine güvenilmesi gereken biri olduğu algısı oluşturuyor.

Dört Nisan’da İstanbul’da doçentlik sözlü sınavı vardı. Bu ders işini bizzat Ahmet Yücel Beye sordum. Derslere katıldığı doğru fakat ne mücadelelerle belli bir noktaya getirildiğini, çok daha uzak uçlarda dolaştığını, asla o kitabı yayımlamaması gerektiğini söylediğini söyledi.

Hadis alanında konferans vermek bir tıpçının haddine mi düşmüş? Ben tıbbın herhangi bir alanında bilimsel konferans versem tıp dünyasının tepkisi ne olur? Tepkisi bir kenara herhalde bu kişinin aklı başında olmasa gerek derler. Zira tıp alanı olduğu gibi hadisin ne’liği de bilimsel bir konudur. Bu konuda söz söylemek uzmanlarına düşer. Alt yapısı olmadan, açık söylüyorum, ilahiyat ve akademik tahsil olmadan bu iş olmaz. Bakıyorum genellikle hadis ve sünnet hakkında ahkâm kesenler, alt yapısı olmayanlar veya hadisi tanımayan ve hadis hakkında bilgisi olmayanlardır. Çünkü bilse buna cesaret edemez, ilmi ona müsaade etmez. Alan dışı kişilerin yaptıkları konuşmalara baktığımızda yaptıkları hataları bilseler –eğer bir parçacık yüzleri olsa- toplumun önüne çıkamazlar. O ekranlara bir daha çıkamazlar. Bu cesaret ya cehaletten, ya ihanetten veya şöhret afetinden olsa gerek… Bazı öyle hatalar var ki aklı başında bir insanın yapacağı şeyler değil bunlar.

Ya diğer âyetleri dikkate almadan bir tek âyeti esas alarak atomik bir yaklaşımla bir yargıya varıp hiç alakası olmayan bağlam ve yorumlarla konu ile alakalı bütün merviyyatı yok sayıyorlar veya bir iki uydurma rivayetle genellemeler yaparak bütün otoriteleri yıkıp yok ediyorlar.  Buhârî mi? O da kimmiş?!.

Hadisi-sünneti halletmişler. Artık sıra Kur’an’ın yorumuna geldi. Biri kalkıyor, on beş asırlık ümmetin uygulamasını yok sayarak “ekîmu’s-selâte…” emrinin, bildiğimiz, onbeş asırdan beri uygulayageldiğimiz rukûlu, secdeli namazı değil;  dayanışma, destek, sosyal yardımlaşma anlamına geldiğini söyleyebiliyor. Bu normal bir aklın tezahürü olamaz.

Bir diğeri sahih bir hadisi ve özellikle Buharî hadisi vurgusu yaparak Buhârî’nin otoritesini de kendi zırva yorumuna destek yaparak alakası olmayan bir konuda delil getirerek Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in irtidat ettiğini yemin ederek söyleyebiliyor!.

Bunun iki sebebi olabilir: Ya aşırı şiî inancının verdiği inanılmaz heyecan veya şimdiye kadar Ehli-sünnet diye kendisini gizleyip belli bir kesimi kendisine bende yaptıktan sonra onları şiîleştirme hamlesi.  Ya da bizim bilmediğimiz kendisini unutacak kadar başka bir şeyler olmuş.

Başka biri sohbetlerinin hiçbirisinde peygamber ve hadis zikretmez, Kur’an’a mana verirken kendisi var ama peygamber, hadis hiç ortada yok, şu ayet şöyle şu ayet böyle diyerek dinde Kur’an’dan başka bir şey tanımadığı algısını oluşturuyor, sonra da ‘sünneti tanımıyor galiba’ eleştirisi gelince feryadı basıyor; bu suçlamaları kabul etmediğini, hakkını helal etmediğini söyleyerek ekranda nerede ise ağlayacak oluyor. Be kardeşim bu algıda hırsızın hiç mi suçu yok? Lütfen bu milleti aptal yerine koymayın, ne olur?!… Sen Kur’an hakkında bunca yorumlar yaparken, kendinde bu kadar konuşma hakkı bulurken birazcık da peygambere söz hakkı versen ya be kardeşim… Peygamberi devre dışı bırakarak kendinize alan açmıyor musunuz?.. Elli veya yüz sene sonra sizin söylediklerinize kim şahitlik yapacak? Doğruluklarına nasıl inanacağız?

Bir diğeri birkaç uydurma rivayeti ele alıyor,  bütün hadis literatürünün bu rivayetlerle dolu olduğu, hiçbir rivayete güvenilemeyeceği algısı oluşturuyor. İşin garibi hadisi tanımadığı için mevkuf bir rivayeti, hatta cahiliye döneminde şahit olduğu bir hatırasını anlatan bir sahabenin bir yorumunu merfu hadismiş gibi servis ediyor, bütün hadis literatürü hakkında fırtına koparıp algı oluşturabiliyor. Hadisi bile tanımadığına mı yanarsınız, düştüğü hâle mi yanarsınız?…. Bu kişiler hadis kaynaklarının tasnif amaç ve sistemlerini bilmedikleri gibi rivayetlerin ne’liğini ve musanniflerinin rivayetler hakkında yaptıkları değerlendirmeleri de görmüyorlar. Ya da bilinçli bir göz ardı söz konusu… Ayrıca hadis kitaplarında yer alan her bir cümleyi merfû hadis veya hüküm kaynağı olarak görmeleri de işin cabası… Kur’an-ı Kerîm gibi algılıyorlar, hadis kitabında yer alan her kelime peygamberin ağzından çıkmış, öyle biliyor, öyle algılıyor hazret…

Bir diğeri branşı felsefe, işini gücünü bırakmış hadisle uğraşıyor. Alıyor uydurma rivayetleri, hadis diye var olan her şeyin bu gibi uydurmalardan ibaret olduğu algısı oluşturma çabasında. Üstelik bu uydurmalardan halkın haberi yok aslında, kendileri gündeme getiriyor, halkın kafasına sokuyorlar; sonra da siz konuşmalarınızda veya sohbetlerinizde ağzınızdan hadis diye bir söz çıksa “hadis mi hocam, geç onu sen!… Kur’an’dan haber ver!” diyor, şaşırıp kalıyorsunuz. Bu ne yıkım!.. Bu ne felaket!.. Sor hazretlere! Dini hurafelerden temizliyorlar (!). Be kardeşim din sizin o söylediklerinizden ibaret değil ki. Az önce de söyledim. Halkın hiçbirinin bunlardan haberi yok. Teravih namazı var mı, yok mu, sekiz rekât mıydı, yirmi rekât mıydı, orucu fazla tutuyoruz, az tutuyoruz… tartışmalarının kime ne faydası var? Ruhsuz, heyecansız bir din oluşturma çabaları mı bunlar yoksa? Teravihsiz bir ramazan ayı düşünemiyorum. Paralelin veya o malum projenin yarım bıraktığı, tamamlayamadığı işi tamamlamak size mi düşmüş?  Bu tartışmalarla otorite kalmadı. Artık öğrenciler sınıfta söylediklerimize itibar etmiyor, bizi dinlemiyorlar, Ebû Hanife’yi dahi hiçbir ilmi dayanak olmadan, sağdan soldan dayanaksız dolma bilgilerle rahat eleştirebiliyorlar! Bu yıkımın vebali kimin? Hem sonra ilmi platformlarda tartışılması gereken konuların ekranlarda konuşulması ne derece isabetli?.. Bunun vebalini kim çekecek?. Halk uydurma hadisin ne olduğunu dahi bilmiyor. Yeminle söyleyebilirim o zat da bilmiyor. Fakat şu medya yok mu, bir de şu şöhret? İki hayran (!) da bir iki mesaj attı mı? Tamam!

Bir de bir kavram üretmişler! Uydurulmuş din! Şu anda yaşamakta olduğumuz din uydurulmuş din oluyor. Yani hadislerle yapılan açıklamalar, uygulamalar uydurulmuş din oluyor. Bir de indirilmiş din var. Kur’an!. Ne kadar masum bir ifade değil mi? Aslında Kur’an’la sünneti ayırmak kimin haddine? Neden bu iki aslı, at başı gibi ayrı kulvarlarda koşturup rakipmiş gibi bir algı oluşturuyoruz? Uydurulmuş din kavramını üretenler ve bu kavramı savunanların –şayet rükûlu ve secdeli namaz kılıyorlarsa- kıldıkları hiçbir namaz kabul değildir. Çünkü biz rükûumuzu ve secdemizi o bahsettikleri uydurulmuş dine göre yapıyoruz. Hadis Kur’an’ın kendisidir diyen o tıpçı kardeşim, merak ediyorum secdesini ve rükûsunu hangi ayete göre yapıyor? Rükûnun doksan derecelik eğilme ile secdenin yere kapanma ile yapıldığını hangi ayetten almışlardır?.

Ah bir de bazıları rükû ve secdeli namazın geçmiş ümmetlerden geldiğini, bunu Hz. Muhammed’in ortaya koymadığını söylemezler mi? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Allah aşkına en küçük tarihi bir bilgi ile müşrikler veya ehli kitap arasında secde ve rükû ile ibadet edildiğini veya bir şekilde namaz kılındığına dair bir veri nakledebilirler mi?!.

Biri de hadislerden bahsederken öyle şüpheci bir tablo çiziyor ki şaşarsınız. Ardından Hz. Ömer’den bir olay naklederken öyle kesin bir tablo çiziyor ki anlatamam. O da nakil, o da nakil. Neden Hz. Peygamber’den olunca şüpheli, Hz. Ömer’den nakledilince kesin oluyor. Anlamak zor.

İsim vereceğim. Toplumla paylaşılan bir bilgi dedi kodu olmaz. Bir vakfın hafızlık merasimi vardı. Davetliydik biz de katıldık. Sayın Yusuf Kaplan da vardı ve bir konuşma yaptı. Yusuf Beyi severim. Hep de dinlerim. Derdi olan biridir. Fakat bu durum, bir sitemimi ve üzüntümü dile getirmeme mani olmasa gerek.  İlahiyatçıların Gazâlî’yi ve Râzî’yi okumadıkları ve okuyamadıkları yönünde bir eleştiri yaptı. Bu gibi yerlerde bazılarına pirim vermek, bütün bir camiayı karalamak, saygınlığını yitirmeye vesile olmak hoş değildir. Bu onun da arzuladığı başarıyı ve hizmetleri engeller.  Genellemeler hiçbir zaman doğru değildir. Bir de neyi ve nerede konuşmamız gerektiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yusuf Beyin ilahiyatçılardan bir özür dileme borcu vardır. Bu vakfın başkanı da maalesef, benim bulunmadığım açılış konuşmasında da ilahiyatçılara laf atmış.

Değerli dostlar. Birilerinin hatalarını neden bir kurumun tamamına mal ediyoruz! Bütün ilahiyat hocaları karalandığında, otoriteleri sarsıldığında sınıfta öğrencilere ders anlatırken acaba bizi hangi duygularla dinlerler? Bunları neden hesap etmiyoruz?  Bunların kime ne faydası var? Acaba öğrencilerimizin motivasyon eksikliğinin bir sebebi de bu olabilir mi? Öğrenci aldığı bilgilerin doğruluğuna inanmıyorsa bilgi edinmek için değil sadece sınıfı geçmek için ve sadece imtihana endeksli çalışacak, sınav sonunda da o bilgileri çöpe atacak. Bu durumda kime güvenecek, işte bu derneklerde ve mensup olduğu cemaatten duyduklarına… Bu, bindiğimiz dalı kesmek değil mi?

Din eğitim ve öğretimi veren kurumları aynı denize akan birer nehir olarak veya aynı ile değişik yönlerden giden yollar olarak neden algılamıyoruz? İlla varsa da yoksa da benim, gerisi tufan mantığından hareket mi etmek gerekiyor?!. El ele verip yürümek var iken, herkesin bir ucundan tutması var iken düşman kesilmek niye?..

Evet, dostlar ne oluyoruz? Rahatlık elbisesi geniş mi geldi bize ne? Eskiden yediğimiz tokatları mı özledik? Yetkililerin bu aymazlığa bir şekilde dur demesi gerekir diye düşünüyorum. Tabi ki baskıyı kastetmiyorum.  Gerçekleri anlatan bir platform mu oluşturulur bilmem. Korkum o ki yeni bir paralelin doğması. Allah korusun güç kazanan başkasını yok etmeye kalkıyor da….

Evet, bu ne hâl, ne oluyoruz? Yoksa bu bir proje mi? Bu bir proje ise kimin projesi?.. Bu üst akıl kim? Hep biz mi? Bir karşı proje oluşturacak akıl yok mu bizde? Bu kadar başarı sağlıyorlarsa helâl olsun. Başka da diyeceğim yoktur.

Kusurumuz olduysa af ola! Zülfüyâra dokunduysak bağışlana!….

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

18.04.2016

Bu yazımı 18.04.2016 tarihinde FaceBook’da yayımlamıştım. Ancak güncel tartışmalara bakarak bugün bu yazıyı sitemde de yayımlamayı uygun gördüm. Saygılarımla…

 
Yorum yapın

Yazan: Ekim 25, 2017 in GÜNDEM

 

Röportaj

Röportaj

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN[1]

  • “Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat” adlı eserinizden ve Hadis ilmine olan vukufiyetinizden yola çıkarak sormak gerekirse; İslam’ı doğru anlamak adına bir çabayla, Hz. Peygamber hakkında Kur’an ne diyor? Kur’an’ın lafzî beyanları dışında Hz. Peygamber kendi konumunu nasıl izah ediyor? “Hüküm koyma” noktasında dinen/fıkhen Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarında neler var? (Tabii ki Hz. Peygamber’in konumu bunların çok ötesindedir)

 

İslam’ı doğru anlamak için öncelikle insanı anlamak gerekiyor. Her şeyden önce yaratılmış bir varlık olduğumuzu ve bizi yaratan sonsuz bir gücün varlığını bilmek ve kabul etmekle işe başlamak gerekiyor. Bunu kabul etmekle gücümüzün ne olduğunu, neler yapabilip neler yapamayacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini idrak etmiş oluruz.

Varlıkları doğru algılayabilmek gerçek bir Allah inancına sahip olmakla mümkün olur. Doğru Allah inancı kâinatın şirazesidir. Her şey onunla anlam kazanır ve her şey onunla yerini bulur. Bu noktada her şeyin özü ve esasının iman ve algı olduğunu söylemek mümkündür.

Yüce Allah’ın akla vermiş olduğu idrak kabiliyeti ile insanoğlu kendisine, çevresine ve kâinata bakarak Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsizliğini keşfedebilir. Fakat bundan ötesine geçemez. Bundan ötesi bilgi ve bu bilgiyi algıya dönüştürmeyi gerektirir. Bu bilgi ve algı da ancak vahiyle elde edilebilir. Herkesin bildiği üzere vahye ulaşmak için de peygamberlere ihtiyaç vardır.

Bazı şeyleri daha iyi anlama ve algılama noktasında idrakinde olmamız gereken bir nokta daha var. O da şudur: Var olmak bizim elimizde olmadığı gibi var olduktan sonra yaşamanın kurallarını koymak da bizim elimizde değildir. Onun için öncelikle ‘yaratılmış bir varlık olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor’ ifadesini kullandım. Bu kabul bizi kâinatta cereyan eden olaylar içerisinde irademizin dâhilinde gerçekleşen hâdiselerin çok az olduğunu görmemizi sağlayacaktır. O halde bizi var etmeyi murat eden ve hayatın kurallarını koyan o sonsuz gücün iradesine teslim olmak durumundayız. Bu iradeye kendi isteğiyle ve kabulüyle teslim olanlar iki cihanda da kazanıyorlar; istemeyerek teslim olanlar kaybediyorlar.

Aslında insanoğlu her hâlükârda Allah’ın iradesine teslimdir. Örneğin dünyada birçok hâdisede insan iradesinin hiçbir dahli olmadığı gibi ahirette de tamamen Allah’ın iradesine teslimdir. Zira orada sadece Allah’ın dediği olacaktır.

İki cihan demişken burada İlahî iradenin bize bahşetmiş olduğu hayatın dünya hayatından ibaret olmadığını ebedî ve sonsuz olan bir ahiret boyutunun bulunduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Ahirette hayatın standardı bu dünyada yapılanlarla tayin edilecektir. Hak edilecek bu standart Allah’ın bir lütuf olarak gönderdiği peygamberlerin bildirdiği ve yaşayarak öğrettiği hayata uygun yaşamaya bağlıdır. İnsanoğlunun ihtiyaç duyduğu bu bilgilere vahiy yoluyla ancak ulaşma imkânına sahip olacağına göre peygamberlere su kadar, hayat kadar ihtiyaç vardır. Peygamberlerin fonksiyonu da tebliğ ve örnekleyerek uygulama aşamasında devreye geçer.

Evet, insanoğlu kendisine bahşedilen fıtrî kabiliyetle Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsizliğini keşfedebilmektedir; ancak O’nun vasıflarını ve O’na karşı sorumluluklarını bilemez. Bu aşamadan sonra ilk ve en önemli unsur yaratıcının nasıl bir yaratıcı olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmektir. Yaratıcıyı, kendi tanıtımıyla bilmeden ve anlamadan sorumlu bir hayat ortaya konamaz. Burada yine peygamberin söylem ve eylemlerine ihtiyaç vardır. O nasıl anlamış, anladığını hayata nasıl uygulamış, nasıl idrak etmiş, tevhitten ne anlamış, onun ilah ve tevhit algısı hayatını nasıl şekillendirmiş? Bunlara bakmamız ve algımızı buna göre oluşturmamız gerekiyor. Kısacası peygamber olmadan iman algımızı oluşturamayacağımız gibi imanın amelî yansımalarını da ortaya koyamayız.

İman algısı önemlidir. Zira amelî dünyamızı bu iman algısı oluşturacaktır. Bugün İslam dünyasında yaşanan sıkıntıların birçoğu bu algı ve yansımaları yerli yerine oturtulamadığından dolayı yaşanıyor denebilir. Örneğin Müslüman Müslümanın kardeşidir ona silah çekemez, onu öldüremez. Ama öldürüyor, neden? Çünkü mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, menfaat ve bunun gibi daha pek çok unsur İslam kardeşliğinin önüne geçmiştir.

Günümüzde en çok tartışılan konulardan biri peygamberin konumu ve peygamber algısıdır? Sünneti devre dışı bırakarak peygambersiz bir din oluşturma çabaları var. Bunun en büyük sebebi de kimliksiz bir Müslüman prototipi oluşturma hedefidir. Sünneti devre dışı bırakmak ve akabinde Kur’an ayetlerini istendiği gibi yorumlamak!… Hedef bu. Ayetleri herkesin istediği gibi yorumlamasına en büyük engel sünnettir, Hz. Peygamberin tefsir ve uygulamalarıdır.

Sünneti devre dışı bırakmayı savunurken çok masum, karşı konulamaz bir sığınakları var: Kur’an!.. Biz Kur’an Müslümanlığını savunuyoruz diyorlar. Kur’an böyle diyor, diyorlar. Fakat kendi anlayış ve kabullerini, söylemek istediklerini Kur’an’a söyletiyorlar. Nitekim birileri çıkıp “ekîmussalâte”ye ‘destek’ anlamı verebiliyor. Diğeri bu ayetin rukûlu ve secdeli bir namazı ifade etmediğini, dua anlamına geldiğini, peygamberin rukûlu ve secdeli bir namaz kılmadığını, bu namazın Emevîlerin üretmesi olduğunu söyleyebiliyor. Peygamberi ya da sünneti devre dışı bıraktığınız zaman bu tür batıl yorumların sonu gelmez. Kur’an’ın anlaşılmasında ilk müracaat kaynağı yine Kur’an’dır, ardından peygamberin söylem ve uygulamaları yani sünnet gelir. Siz “ekîmussalâte”yi peygamberin nasıl anlayıp nasıl uyguladığına bakmazsanız, binlerce yıllık ümmetin uygulamasını kaale almaz, inkârdan gelirseniz, binlerce din algısı ve uygulamaları ortaya çıkar ki o da İslam dini olmaktan çıkar.

Peygambere bir şey söyletmeyenler veya ona söz hakkı tanımayanlar, Kur’an İslam’ı sloganıyla hareket edenler, Kur’an’ın bizatihi kendisi peygamber hakkında ne söylediğine, ona nasıl bir konum biçtiğine bakmıyorlar.

Mesela Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin, sizden olan yetkililere de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, onu hemen Allah’a ve Peygamberine arz edin, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu sizin için hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.” [Nisa, 4/59]

“Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” [Nisa, 4/65]

Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik.” [Nisa, 4/80]

Bütün bu ayetler peygambere itaati emrediyor. Bu itaat hayatta iken bizzat kendisine vefatından sonra ise sünnetine müracaattır.

“…Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçip ona gaybı bildirir. [Âl-i İmran, 3/179]

Evet, mutlak manada gaybı bilen sadece Allah’tır. Fakat Allah Peygamberlerine dilediği gaybî bilgiyi vermiştir. Burada kimileri peygamberin aldığı gaybî bilginin sadece Kur’an ayetleri ile sınırlı olduğunu, onun dışında gaybî bilgi almadığını kabul ederler. Bunu böyle kabul ettiğimiz takdirde Hz. Peygamber’in Kur’an dışı kıyamet ahvâli, sevap ve ceza ile alakalı vs. söylediği bütün hadisler boşa çıkmış olur. Öyle ya Hz. Peygamber neye göre şöyle yapan kıyamette şöyle muamele görecektir, şu amele şu kadar sevap vardır veya buna benzer haberler veriyor? İster ilham yoluyla deyin, ister rüya yoluyla deyin, Kur’an’da bizatihi tıpa tıp yer almayan fakat kıyamet ahvâli ile ilgili onlarca bilgi, onlarca hadis vardır; ya bu tür hadisleri uydurma kabul edeceksiniz veya ilham ya da rüya yoluyla bir şekilde peygambere bu bilgiler verilmiştir diyeceksiniz. Bu tür hadisleri başka türlü izah etmek mümkün değildir.

Kur’an dışı vahiy ya da bilgi ile alakalı söz etmişken namazların rekât sayılarını da ele almamız gerekiyor. Kur’an dışında bir bilgiyi kabul etmediğimiz takdirde namazların rekât sayılarını nasıl açıklayacaksınız? Kur’an’da böyle bir bilgi yok.

Bunu şöyle izah edebiliriz: Hz. Peygamber namaz rekâtlarının sayılarını ya içtihadıyla ortaya koymuş ve ilahî irade de bunu kabul etmiştir veya Kur’an dışı bir vahiyle bu bilgiyi almıştır. Hangisini kabul ederseniz edin her iki durum da Hz. Peygamber’in konumunu ortaya koyması açısından son derece önemlidir.

Aslında burada Hz. Peygamber’in farz belirleme veya ortaya koyma gibi bir fonksiyonunun olduğu da görülmüş oluyor. Buna itiraz edenler olabilir ama sormak lazım farz namazların rekât sayısını kim belirlemiştir? Evet, Hz. Peygamber namazın farziyetini ortaya koymuyor fakat farz olan rekât sayısını o belirliyor.

Fıkıhta sübûtu ve delaleti kat’î olan hususlara farz denir. Bu tanım aslında sünneti de içine alır. Bizde şöyle bir algı var: Farzı sadece Allah belirler. Az önceki farz tanımından böyle bir sonuç çıkmaz. Dinî bir nass olan sünnette de sübûtu ve delaleti kat’î olan hususlar, diğer bir ifade ile sünnet içerisinde sübûtu kat’î olan mütevatir haberler de vardır. Bunun delaleti kat’î ise bu da farz olur. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Hz. Peygamber’in sürekli yaptığı şeyler farz, çok az terk ettikleri sünnet-i müekkede, çokça terk ettikleri sünnet-i gayr-i müekkededir.

Hz. Peygamber’in Kur’an dışı gaybî bilgi alıp almadığı noktasında tartışmalı olan nokta şu: Hz. Peygamber’in Kur’an dışı vahiy ya da gaybî bilgi aldığını kabul ettiğimiz takdirde bunun tayin ve tespiti nasıl olacaktır?

Aslında sahih kaynaklardan aldığımız bilgilere güvenmek durumundayız. Özellikle kıyamet ahvali ile alakalı bilgilerde… Bilgilerin sıhhatini tartışırız, sonuca göre kabul veya red ederiz ama toptan red etmek birçok problemi beraberinde getirmekte ve işin içinden çıkılamaz hâle gelinmektedir.

  • Günümüzde yanlış bir bakış açısıyla, Hz. Muhammed (sav)’in şahsında Kur’an ve Sünnette tanımlanan Peygamber/Nebi/Resul algısının dışında bir Peygamber algısı oluştuğunu gözlemliyor musunuz? Bu konunun kırılma noktalarında neler var? Aslında burada biz, Allah peygamberi nasıl tanıtıyor, ona bakacağız. Ne fazla ne de eksik, Allah’ın tanıtması ve ona bahşettiği vasıfların dışında bir vasıf atfetmeye gerek yok. Allah ne buyurduysa odur. Bu da üçüncü ve doğru olan algıdır. Buna da Kur’ânî peygamber algısı diyebiliriz 

 

Yanlış bakış açıları şüphesiz yanlış algılar oluşturacaktır. Yanlış bakış açılarının temelinde ilk düğmeyi yanlış düğümlemekten kaynaklanıyor. Belki tekrar olacak ama aslında İslam algısının mihverinde öncelikle Allah sonra da peygamber algısı vardır. Eğer doğru bir ilah algınız yoksa doğru bir peygamber algınız da olamayacaktır. Bu meyanda doğru bir algı oluşmadıkça hayatın tamamı da hep yanlış ve eksik olacaktır. Bu bir binanın temelini oturtmaya benzer. Temel taşları yerli yerine oturtmazsanız başka koyacağınız her taş konması gereken yerin dışında olacaktır. Gömleğin ilk düğmesi doğru düğümlenmezse diğer bütün düğmeler yanlış düğümlenmiş olacaktır. Çünkü her düğme veya her taş o ilk düğmeye veya taşa göre konumlandırılacaktır. Dolayısıyla Peygamber algısı Allah inancına göre oluşacaktır. Allah’ın peygamberine verdiği yetkiyi, ona biçmiş olduğu konumu algısal olarak yerli yerine oturtamazsak peygamberin fonksiyonunu da algılayamayacağız. Böyle olunca da herkes peygambermiş gibi din adına ahkâm kesiliyor. Ama peygambere söz hakkı tanımıyorlar. Onun için dikkat ederseniz piyasada üç peygamber algısı var. Biri yüceltmeci peygamber algısıdır. Peygamberi adeta melekleştiren bir algıdır bu. Bunun peygamberi örnek almayı ve takdim ettiği hayatın yaşanmasını mümkün kılmayan bir algı oluşturma tehlikesi vardır. Sizi, o peygamberdir yapar ben yapamam noktasına götürür. Diğeri ise indirgemeci peygamber algısıdır. Bu da Peygamberi sıradan bir insan konumuna indirgeyen, her yönüyle bizim gibi, bizden hiç farkı olmayan bir insan olarak kabul eden bir algıdır. Evet, peygamberin beşeri yönü bizim gibidir, yer, içer, hastalanır, evlenir, çocuk sahibi olur. Nihayetinde bir insandır fakat sıradan bir insan değildir. Vahiy alan bir insandır. Vahiy almanın ayrıcalığı basit bir ayrıcalık değildir.

  • İhtiram, ta’zim, sevgi ve saygı hususunda ya da Hz. Peygamberi doğru anlama noktasında doğru yerde durmuyorsak bu durumun Allah (cc) ile olan ilişkilerimizi teorik ve pratikte nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Nasıl yönlenmeli ya da yönlendirmeliyiz? Kısacası Hz. Peygamber nasıl taklit edilir ya da öze indirilir?

Peygamberi sevmek fıtrî bir sevgi değil aklî bir sevgidir. Aklî sevgilerin doğmasında ortak değerlerin paylaşımı son derece önemli ve etkindir. Beşerî sevgilerde kişiler arası kabul edilen, benimsenen ve paylaşılan ortak değerler otomatik olarak kendiliğinden bir sevginin doğmasına vesile olur. Ortak değerlerin paylaşılmasıyla onu kendinize, kendinizi de ona yakın hissedersiniz. Hele benimsenen ve paylaşılan bu değerlerin kaynağı o ise ona karşı doğan sevginin boyutu daha farklı olur. Bu boyutta bir sevgi ile onunla adeta bütünleşmiş olursunuz. Allah sevgisi fıtrîdir. Zira her insan bir ilaha inanma ve ona sığınma arzu ve hissiyle doğar. Bu sevginin aklî boyutu da vardır. Düşünen, akleden bir insan sahip olduğu her şeyin yaratanına ait olduğu bilincinde olursa O’na karşı sevgi ve minnet duyar. Fıtrî olan Allah sevgisini yaşatanlar haliyle peygamberi de severler. Çünkü Allah sevgisini yaşatmak ve gereğini yerine getirmek ancak peygamberi sevmek, ona tabi olmakla olur. Evet, aslında işin püf noktası burasıdır. Peygamber sevgisi, Allah sevgisine bağlı olduğundan dolayı aklî sevgi olarak ortaya çıkıyor. Çünkü Allah sevgisi peygambere tabi olmakla neşet ediyorsa o halde peygamberi de sevmek gerekiyor ki tabi olma olgusu teşekkül etsin. Bir değeri paylaşmak ve benimsemek de ancak sevgi ile olur. Bu ittibayı öze indirme, sevgi ile bütünleştiği, taklid boyutundan ittiba boyutuna yükseldiği zaman gerçekleşmiş olur. Yani eylem gaye ile bütünleştiği zaman anlam kazanıyor. Basit bir örnek verecek olursak bugün başörtü yavaş yavaş anlamını yitiriyor. Başörtü, dar bir pantolonla bütünleştiği zaman o pantolon başörtünün anlamını yok ediyor. Burada mana kaybolmuş eylem anlamsızlaşmış, ittiba boyutundan taklide indirgenmiştir. Sonuç itibariyle öze inememiş veya özünü kaybetmiştir. Özetle eylemle anlam bütünleştiği zaman öze inilmiş, ittiba olmuş olur, aksi takdirde taklid olur. Taklid ile ittiba arasında şöyle bir fark vardır: Taklid sadece şekilden ibarettir, mana boyutu yoktur. İttiba ise mana ile şeklin bütünleşmesinden ibarettir. 

 

Tam bu noktada şunu belirtmekte fayda var: Soruda peygamberi taklid ifadesi kullanılmış. Aslında bu ifadeyi taklid değil de ittiba olarak ifade etmek daha anlamlı olur. Çünkü taklidde kabul ya da benimseme değil, papağan misali sadece yapılanın aynısını yapmak söz konusudur. İttibada ise eylemi maddî ve manevî yansımalarını hissederek ve yaşayarak yapmak söz konusudur.

“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [Âl-i İmrân, 3/31]

Yaratanını sevmeyenler aklî zorlamalarla ve sonradan oluşan etki ve baskılarla o fıtrî sevgiyi gönüllerinden söküp atarlar. Bunun sebebi de şudur: Allah sevgisi bağlayıcıdır; sözden ibaret değildir; eylemsel boyutu vardır; O’nun iradesi doğrultusunda yaşamayı gerektirir, bunu âmirdir. Tabii bu da nefse ağır geliyor. Bu kez insanoğlu fıtraten gelen o sevgiyi dışsal, nefsî arzu ve baskılarla yok ediyor veya bastırıyor. Bu kez düşmanlığa dönüşüyor. Nefis emir almayı, disiplin altına girmeyi, bağımlı olmayı sevmez. Hep başı buyruk olmak, bağımsız hareket etmek ister.

Peygamber sevgisi diğer beşeri sevgilerden farklı olarak Allah sevgisi ile doğrudan bağı ve ilişkisi vardır.

Peygambere ihtiram, sevgi ve saygı kuru bir lafızdan ibaret değildir. Eylemsel boyutu ve yansımaları; elle tutulur, gözle görülür bir karşılığı vardır.

  • Müslümanların “temsil krizi” yaşadıkları günümüzde, sırasıyla Hz. Peygamberin (sav) hangi yönlerinin öne çıkarılarak ya da hassaten vurgulanılarak İslam’ın doğru anlaşılacağını ya da insan unsurunda doğru karşılık bulacağını düşünüyorsunuz? Fıtrat dini oluşu ve evrensellik açısından konuyu değerlendirir misiniz?

İslam’ın fıtrat dini olması nedir? İnsanın doğuştan sahip olduğu arzu istek ve kabiliyetlere uygun kural ve prensiplere sahip olması demektir. Örneğin hastaya uygun bir ilaç verdiğiniz zaman vücut onu kabul eder, red etmez, şifa bulur, rahatlar. İslam da böyledir. Onu insanın fıtratına takdim ettiğiniz zaman onu red etmez, kabul eder, şifa bulur, rahata, huzura kavuşur. Tabir caiz ise fabrika ayarlarına uygun çalışma veya çalıştırma talimatı, kurallarıdır İslam. Hayatını o ayarlara uygun sürdürmezse bozulur, çalışmaz. İslam’ın fıtrîliği böyle bir şeydir. Diğer bir husus ise nefsi merkeze koyarak İslamiyet’i nefsîleştirmek, yani insanlığı İslam’a uyarlamak değil de İslam’ı insanların nefsine uyarlamak arzu ve çabası vardır. İslam benim dediğimi kabul eder onaylarsa evrenseldir. Onaylamıyorsa evrensel değildir. O zaman tanrı insan olur. Eğer tanrı Allah’ı kabul edecek olursak o zaman kendimizi Allah’ın iradesine uyarlamamız gerekiyor. Hz. Peygamber’in zaman zaman aynı meselede farklı uygulamalarda bulunmasını aslında nesh olarak değil evrenselliğin, çözüm bulma noktasında farklı alternatiflerin kullanılabileceğinin bir göstergesi olarak bakmak gerekir. Neshe giderseniz çözüm alternatiflerinden birini ortadan kaldırmış ve meseleyi daraltmış olursunuz. Burada belirleyici nokta şartlar olması gerekiyor. Sınırlayıcı nokta ise İslam’ın genel kuralları ve ruhu olmalıdır. Alternatif bir çözüm sunarken elbette İslam’ın genel kuralları ve ruhu göz ardı edilmemelidir. Keyfe keder olacak bir iş değildir.

Evrensellik her dönem insanlığın problemlerine çare olmaktır ve İslam’da bu potansiyel vardır. İslamî nassların bir kısmı muhkemdir. Bunlar dinin sabiteleridir. İçtihat kabul etmezler. Kıyamete kadar da değişmezler. Örneğin haksız yere adam öldürmek kıyamete kadar değişmeyen bir kuraldır. Bir de müteşabih ayetler vardır, bunlar içtihada açık hususlardır. Zaman ve zemine göre Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde üzerinde ictihad yapılabilen, birden çok manaya muhtemil olduğu için zaman ve zemine göre mana verilebilen hususlardır. Zaman ve zemine göre çare olabilme kabiliyeti dinin evrenselliğini oluşturur.

Evrensellik açısından bakacak olursak zaman aşımı olmaksızın her dönem kıyamete kadar insanlığın hastalıklarına çare olması, kurallarının her dönem geçerli olması demektir. Bazıları işte görüyorsunuz, dünya çok ilerlemiş, İslam geride kalmış, insanlığın problemlerine çare olamıyor, diyorlar. Aslında bu, İslamiyet’i anlayamamalarından kaynaklanıyor.

Bugün biz Müslümanların yaşadığı en büyük sorun İslam’ı temsil sorunu, yani mana ve şekil bütünlüğü içerisinde yaşayamama sorunudur. Yıllardır Avrupa’da yaşayan Müslümanlar var. Eğer bu Müslümanlar özüne uygun olarak İslam’ı temsil edebilmiş olsalardı bugün Avrupa’nın çoğu Müslüman olurdu. Sözden ziyade insanlar hâl yani beden dilinden etkilenirler. İslam’ın doğru anlaşılması bu hâl dilini kullanmaya yani İslamiyet’i en güzel bir şekilde temsil ederek yansıtmaya bağlıdır. Müslüman olanların çoğu söylemden değil eylemden etkilenirler. Çünkü manayı en iyi yansıtan eylemdir, hâldir. İslam’ın 23 yıllık kısa bir zaman diliminde bu kadar geniş coğrafyalara yayılmasının en büyü nedeni hâl diliyle yansıtılmış olmasıdır. Burada tabii ki İslam’ın fıtrat dini olmasının da büyük etkisi vardır. Fakat bu fıtrîlik temsil edilemezse onun da bir faydası olmaz; mana boyutu buharlaşır, kaybolur.

  • Ezberlenen bir dini hayatın ötesinde, sünnetlere bakışımızda “adet sünneti” ve “emir sünneti” ne demektir? Bu durum sizce dini yaşantıyı nasıl etkiliyor?

Adet sünneti insana yaşamanın manevî huzurunu hissettirmez. Tabir caiz ise robotik bir yaşamdır. Emir sünneti ise mana ve eylemin bütünleşmesi ile hayat bulan dinî bir yaşantıdır. İslam’ın istediği de budur. İslam cenneti dünyada yaşatmak istiyor. Adet sünneti dini yaşantıyı manasızlaştırıyor, şeklî bir yaşam haline dönüştürüyor. Bunun şöyle bir tehlikesi vardır: Manasını kaybeden değer kıymetini yitirmiş oluyor. Böyle olunca da ona sahip çıkmak, yaşatmak, uğrunda mücadele etmek gibi bir gayretin içine girilmiyor. Hâl böyle olunca zamanla değişmeye, yok olmaya mahkûm olur. Telkin, etki ve baskılarla değişime uğraması, zamanla şekil değiştirmesi kolay oluyor. Bugün başörtüsünün şekil ve anlam değiştirmesi gibi. Mesela geleneksel bir baş örtme var bir de emir sünneti kapsamına sokacağımız, niçin ve neden örtündüğünü bilen, bir gaye ve mana uğrunda örtünen ve her saniyesi sevaba tebdil olan örtünme vardır. Adet sünneti manasını yitirince zamanla din olmaktan çıkar. Emir sünneti ise manasını sürekli koruyan, muhafaza eden, gayeli olan ve gayesini sürekli zinde tutan ve her zaman din olmayı bünyesinde taşıyan bir sünnettir. Gayeli ve manalı dinî bir yaşantıyı sağlar. Dinin istediği de budur. Çünkü dinî değerlerin dünyevî ve uhrevî yansımaları ancak böyle mümkün oluyor; din görev, amaç ve hedefini ancak böyle gerçekleştirebiliyor.

 

Hayat dünyadan ibaret değildir. Bunun bir de bir ahiret boyutu vardır. İnsanoğlu dünyada öyle bir hayat yaşasın ki ahirette de onu hatta daha üstününü devam ettirmek istesin. Onun için dikkat ederseniz İslam inancına göre ölüm bir son değil yeni ve ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Onun için Allah dostları ölümü bir vuslat olarak kabul ediyor, düğüne gider gibi ölümü karşılıyorlar.

Adet sünneti demek alışkanlık hâline getirilmiş, tabir caiz ise otomatiğe bağlanmış uygulamalardır. Emir sünneti ise bilerek ve özümseyerek gaye ve manaya uygun hareket etmek, farkındalığı hissederek yaşamaktır. Ne yaptığını ve niçin yaptığını bilerek sünneti yaşamak emir sünnetidir.

  • Nübüvvet konusunun akaidin temel konularından olduğu bilinir. Kişilik, kimlik ve duruş konuları ise bugün Müslümanların yumuşak karnı gibi. Hz. Peygamberin, Allah’ın razı olduğu insan şahsiyetinin somutlaşmış öznesi ve örneği olduğu düşünülürse, O’nun şahsında (sav) kişilik, kimlik ve duruş örnekleri verebilir miyiz?

Bu rehberin örnek ve önderliğinin bahanelerle red edilmemesi için Yüce Allah onun ahlakını teminat altına alıyor ve “Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin”[2] buyuruyor. Bu teminat peygambere uyma ve şahsında sunulan kimlik ve kişiliğin örnek alınması noktasında önemli bir husustur. İnsanlığa prototip olarak sunulan Hz. Peygamber, böylece İnsanoğlunun ulaşabileceği en yüce şahsiyet ve kimliğin teminatı oluyor. Hz. Peygamber kimlik inşasını oluştururken önce tevhid inancıyla başlıyor. Dikkat ederseniz Mekkî ayetler hep imanla alakalıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi her şey anlamını Allah’la, Allah inancıyla, tevhidle buluyor. Çünkü Allah inancı kâinatın şirazesidir. O devreden çıktığı zaman tesbih taneleri gibi her şey bir tarafa savrulur. Şu halde tevhid merkezli bir kimlik inşası oluşturmak gerekiyor. Tabii ki sonra da Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti çerçevesinde manalı, gayeli bir hayat oluşturmakla bu kimlik ve kişilik inşası tamamlanmış olacaktır. Netice itibariyle Müslümanın kimliğini oluşturan sünnettir, Allah Rasûlünün modelliğidir. Sünnete bu kadar düşmanlığın sebebi de bunu önleme çabalarıdır. Sünnet devre dışı bırakıldığında ne İslam kalır ne de Müslüman şahsiyeti kalır. Tabii burada sünnet derken bazı şekli uygulamalar anlaşılmamalı. Sünnet İslam’ın ruhudur. Kur’anî emir ve uygulamalarının pratiğe yansımasıdır. Doğruluk, dürüstlük, hakka riayet, kardeşlik, hakkaniyet, saygı, hürmet, adalet, aklınıza ne gelirse bütün güzelliklerin örnek uygulamalarını ifade eder. Evet doğruluk! Fakat doğruluğun ölçüleri nelerdir, kardeşliğin ölçüleri, adaletin ölçü ve uygulama örnekleri, yansımaları nelerdir? Bütün bunları sünnetten öğreniyoruz.

 

Bu inşada sadece iman ve amel yoktur. Belki de en önemlisi imanın yani kabullerin algı boyutudur. Örneğin Allah deyince, Onu hatırladıkça zihinlerde nasıl bir anlam teşekkül ediyor. Zihinlerde oluşan bu anlam ve çağrışım hayata müdahil olup eylemlere egemen oluyor mu? Hayatın gidişatında peygamber ne kadar örnek alınıyor? Onun söz ve uygulamalarının etkisi ne kadardır? Örneğin “Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir”[3] buyururken bu güven ve emniyet pratiğe yansıyor mu? Yine “Kendi nefsi için istediğini başkası için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz”[4] buyururken bu hadis nefsimde karşılık buluyor mu? Bunlar gerçekten İslam’ın ve iman derecesinin neresinde durduğumuzu gösteren kilometre taşlarıdır. Kişi kendisinin nerede durduğunu rahatlıkla ölçebilir, iman ibresinin kaç derecede vurduğunu görebilir.

Peygamber için en yüce ahlaka sahip ve örnek denmişse bundan sonrası insanoğluna kalmıştır. İnsana düşen görev bunu kabul etmek ve onun örnekliğinde kendi kimlik ve kişilik inşasını oluşturmaktır.

Allah hiçbir şeyi yaratmak mecburiyetinde değildir. Merhameti gereği kâinatı yaratmış ve bu kâinat içerisinde en şerefli payeyi insana vermiş, ey insanoğlu diye hitap ederek onu kendisine muhatap kabul etmiş, ardından da ona olan sevgi ve merhametinden dolayı yolunu şaşırmasın diye bir rehber göndermiştir. Siz uçsuz bucaksız bir çölde bir yolculuğa çıksanız fakat hiçbir yön ve hedef bilmeseniz, biri çıksa ve size gelin beni takip edin ben bu yolu bilirim, sizi sağ selim, kazasız belasız gideceğiniz yere ulaştırırım dese siz o kişiye teşekkür mü edersiniz, red mi edersiniz? Herhalde teşekkür eder ve seve seve peşinden gidersiniz. Öncelikle peygamberi böyle kabul etmek gerekiyor.

  • “Sahih hadis” konusu ilmi ve akademik bir konu olduğu kadar maalesef üzerinde çok spekülasyon yapılan bir konu haline kasıtlı olarak getirildi. Okuyan, akleden ve düşünen insanlar için doğru tutum nasıl olmalı ki, doğru bir ölçüyle, Sünnetin insanı doğru hedefe taşıyabileceği hakiki irfan ve hikmet hâsıl olsun? Hz. Peygamber’in kendi sözleriyle ilgili tavrı nasıl olmuştur?

 

Sahih hadis meselesi gerçekten teknik bir konudur. Bu noktada en büyük handikap Hz. Peygamber’in, sözlerini diğer bir ifade ile sünnet verilerini bizatihi yazdırmamış olmasıdır. Peki, yazdırmalı mıydı? Yazdırabilir miydi? Buna verilecek cevap hayırdır! Bir defa realite olarak bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber her konuştuğunda yanında kâtip bulundurma gibi bir şeyin olması imkânsızdır. Bunun ev ortamı var vs. Diğer bir husus her sözünü yazdırmış olsaydı bugün herhalde Hz. Peygamberin sözlerinden kaçının Kur’an ayetlerine karıştığını tartışıyor olacaktık.

İnsanlar sünneti yaşayarak, imkânları ve takatları ölçüsünde hafızalarında tutarak daha sonra da hatırladıklarını yazıya geçirerek muhafaza etmişlerdir.

Başlangıçta bizatihi yazdırma olmadığı için peygambere ait olmayan bir söz pek ala peygambere mal edilebilir. Fakat sahabîlerin imanı buna engeldir; âlimlerin bu konuda sergiledikleri olağan üstü gayret ve çabalar, ortaya koydukları ilmî kriterler de gerçekten takdire şayandır. İlmi kriterler çerçevesinde galib-i zan ile peygambere ait olduğuna kanaat getirilen bir söz veya uygulama bizi bağlar. Nasıl ki bir ilacın prospektüsüne bakarak bir uygulama yapıyor ve o bilgilere güveniyor isek bu tür güvenilen kişilerce aktarılan hadislere de güvenmek durumundayız. Zira Allah peygambere itaat etmeyi emrediyor. Bu itaat Hz. Peygamberin hayatı ile sınırlı değildir. Hayatta iken bizatihi kendisine, vefatından sonra da sünnetine tabi olmayı âmirdir. Kaldı ki hiç kimse salt Kur’an ayetlerinden hareketle bir din ortaya koyamaz. Namaz ortaya koyamaz, oruç ortaya koyamaz, zekât ortaya koyamaz. Adalet ortaya koyamaz vs. vs. bu durum bize sünnete müracaat etme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Bu noktadan sonra yapılacak şey ilmi kriterlerle sahih olduğu ortaya konan hadise yani sünnete uymak, onu kabul etmektir. Bu noktada herhangi bir şey bahane edilerek sünnet devre dışı bırakılamaz.

İslam kimliğinin temel vazgeçilmezi olan sünnete bugün bazılarının hücum etmesi, itibarsızlaştırma çabaları güdümlü bir proje gibi duruyor.

Birkaç uydurma rivayeti alıp bayraklaştırıyor ve bütün hadisleri aynıymış gibi, hepsi uydurulmuş gibi anlatıyorlar. Uydurulmuş hadisler diyorlar. Uydurulmuş hadis olmaz aslında, uydurulmuş rivayet olur. Mutlak ifade ile hadis, kaba bir tabirle, peygamberin söz ve uygulamalarına denir. Bir şey hadis ise o uydurulmuş olamaz, uydurulmuş ise hadis olamaz. “Uydurulmuş hadis” ifadesi terimsel manada yanlış bir ifadedir.

Bu tartışmaları yapanların çoğu hadis ilmini bilmiyorlar. “Altıyüz bin hadis” vs. gibi ifadeleri dillerine dolayıp “fakat elimizde bu kadar hadis yok” diyerek bunu bir eleştiri, bir güvensizlik göstergesi olarak yansıtıyorlar. Dolayısıyla bunlar yalan söylüyorlar diyorlar. Bunu söyleyen altı yüz bin rakamının ne anlam ifade ettiğini, tek tek metin ifade etmediğini bilmiyor. Hadis sayım tekniğinden haberi yok. Kendilerine sorsanız çok büyük bir hizmetin peşindedirler. Dini uydurmalardan arındırma çabasındadırlar. Aslında sormak lazım kim ya da kaç kişi dinini onların bahsettiği o uydurmalarla yaşıyor. Halkın o uydurmalardan haberi bile yok aslında. Dinleyenlerin çok azı dışında o uydurmaları bunların ağzından ilk defa işitiyordur. Yani aslında halkın kafasına bunları sokan kendileri oluyor. Gündeme getirdikleri konular ne? Kabir azabı vardır, yoktur. Kader vardır, yoktur. Teravih namazı vardır, yoktur… Soruyorum, Allah aşkına dinimizin temelini oluşturan kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, kestiğimiz kurban, verdiğimiz zekât uydurma rivayetlere mi dayanıyor? Ya da şöyle soralım dinde namaz, oruç, hac, zekât var mıdır yok mudur? Var diyorlarsa bunu neye göre uyguladıklarını merak ediyorum. Halkın kıldığı namazdan farklı bir namaz mı kılıyorlar? Kur’an’da namazı kılınız, rukû edenlerle beraber rukû ediniz, secde ediniz emirleri var[5]. Namaz kılma şeklini, rukû ve secdenin namazın bir parçası olduğunu, rukûnun doksan derece eğilme ve secdenin belli azaların yere değmesi şeklinde olduğunu nereden öğrenmişler? Veya onlar rukû ve secdelerini böyle mi yapıyorlar? Böyle yapıyorlarsa kimden görmüş ve öğrenmişler? Hadis kaynakları onlar için bir anlam ifade etmiyor ise bugünkü namaz kılma şeklini Peygamberle beraber yaşayarak mı öğrendiler? Çünkü onlara göre bütün hadis kaynakları uydurmalarla doludur. Yaşayan sünnet olarak günümüze kadar gelmiş diyeceklerse; böyle bir şey olmadığını, bütün bunları Emevîlerin uydurduğunu söyleyenlere ne cevap verecekler? Zira kendi mantıklarıyla bunun da ispatı yoktur. Sohbetlerinde tarihi bilgileri aktarırlarken, yanılmaz ve o günü yaşamış, görmüş gibi kesin bir bilgiymiş aktarırlarken hadislere sıra gelince, üstelik sahih nakillerle geldiklerini kabul ettiğimiz hadislere karşı şüpheci ve alaycı bir tavır sergilemelerini de anlamak mümkün olmuyor.

Kur’an her şeyi açıklamıştır başka söze gerek yok diyorlar ama kendileri Kur’an adına binlerce söz söyleyebiliyor, Kur’an’ın söylemediğini Kur’an’a söyletebiliyorlar. Herkesin söz söyleme hakkı var ama sadece dini tebliğ eden peygamberin söz söyleme hakkı yok, öyle mi? Onun adına nakledilen her şey uydurmadır, aslı yoktur. Bu algıya göre tarihten gelmiş ve yaşanmamış, tecrübe edilmemiş hiçbir bilgiye güvenilmemeli. Bir zaman sonra kendilerinin söyledikleri de tarih olacak. Onlarla beraber yaşamayan, o bilgiyi bizzat kendilerinden duymayan hiç kimse söylediklerine inanmamalıdır. Çünkü pek ala uydurma olabilirler.

Zaman zaman hadis okurken tersten bakarak bu hadisi biri uydurmak istese gerçekten uydurabilir mi? Diye düşündüğüm çok olmuştur. Uydurulması imkânsız olan o hadislere baktığımda uydurulmuşsa şayet uyduran kişinin dâhiler üstü dahi olması veya peygamber olması gerekiyor diyorum. O hadisleri uydurmak o kadar kolay mı? Örneğin “Müslüman elinden ve dilinden başkasına zarar vermeyen kimsedir.”[6] hadisini biri uyduracak olsa ne diye uydursun?!..

Bu kadar tarihi kişileri hayal edip vefat tarihleri ile çelişmeden komşusunu arkadaşını, hocasını öğrencisini, insicamlı olayları oturup hayal etsin, kurgulasın uydursun, sonra başka biri de aynı şeyleri söylesin vs. vs. bu kadar zor işi nasıl başardı bu insanlar?(!) Bütün bunlar insanın aklından geçmiyor değil.

Allah’a iyi bir kul, Rasûlüne iyi bir ümmet olmak dileğiyle her şey gönlünüzce olsun.

25.09.2015

[1] Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. E-mail: cemalagirman@hotmail.com

[2] Kalem, 68/4.

[3] Buhârî, İmân 4.

[4] Buhârî, İmân 7.

[5] Bk. Bakara, 2/43, Hac, 22/77.

[6] Buhârî, İmân 4.

 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 4, 2015 in • Diğer Makaleler

 

Bu Gemi Hepimizin!

Bu Gemi Hepimizin!

Bu siteyi değişik hayallerle açmıştım. Bilimsel yayınlarımı herkesle paylaşmanın yanı sıra günlük değerlendirmelerde bulunup en az her hafta bir hadisin yorumuna yer verecektim kendimce. Fakat iş ve derslerin yoğunluğundan bu niyetimi gerçekleştiremedim

Bu sitede hiçbir güncel olaylarla ilgili bir yoruma da yer vermedim.

Ancak vatandaşlık hakkımı kullanarak bugün bir şikayetimi dile getirmek istiyorum. Televizyon dizileri ve haberlerde gösterilen kanlı sahnelerden şikayetçiyim. Toplum olarak nereye gidiyoruz? Gençliğin günahına girmeye bu kadar nasıl cesaret edebiliyoruz? Diye sormak istiyorum. Televizyon kanallarımızda kanın, şiddetin, aldatmanın, haksızlığın, adaletsizliğin olmadığı bir dizi var mı Allah aşkına? Resmi ya da özel bir kanalda, örnek bir birey ya da bir aile ya da bir toplum yetiştirmeyi hedefleyen bir dizimiz var mı? Mevcut dizilerde sunulan karakterler Türk toplumunun karakterlerini yansıtıyor mu? Bir kanalı açıyorsunuz, katliam gibi insanlar öldürülüyor ve hep de öldürenler kazanıyor, yaptıkları yanlarında kalıyor. Öbür kanalı açıyorsun eşler arası aldatmalar, nikâhsız ilişkiler ve bunların da gayet normal, sıradan işlermiş gibi, hayatın bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Basit basit gerekçelerle adam öldürmeler, cinayetler, haksızlıklar, çarpık ilişkiler vs… Ortada devletin varlığı gözükmüyor, adalet denen şey hiç ortalıkta yok. Gerçi adam öldürmeye verilecek cezanın adaleti olmaz ya!.. Haberlerde izliyoruz. Adam öldürülüyor, küçük bir ceza takdir ediliyor. Sonra da adalet yerini buldu deniyor. Adalet denge demektir. Adam öldürmeyi hangi ceza dengeleyebilir ki adalet olsun?!.

Öbür kanalı açıyorsunuz devleti temsil eden bir cani ortalığı kasıp kavuruyor, canavar kesilmiş, herkese kan kusturuyor ve hep o kazanıyor. Koyun keser gibi adam doğruyorlar. Hapishaneler adam kesme yerleri. Pislikler pislikle temizleniyor. Pisilik pislikle temizlenmez ki.  Öbür kanala bakıyorsunuz tarih katlediliyor. Yalan ve iftiralar diz boyu. Kemikleri sızlıyor ecdadımın. Padişahlar, uçkur düşkünü, ahlaksız, basit, hain insanlar olarak gösteriliyor.

Hadi biraz dini duyarlı bir kanala bakalım diyoruz, onlar da diğer kanallarla yarışıyor. Kan dökmede üzerlerine yoktur. Dizilerinde bir merhameti göstermek için onca cana kıyıyorlar, kan gövdeyi götürüyor. Çoluk çocuğunuzla izleye biliyorsanız izleyin bakalım. Sonra da güya pişman olup tövbe ediyor. Allah aşkına bir merhameti veya bir pişmanlığı göstermek için bu kadar kan dökmeye ne gerek var?. Bu sahneler çocuklara ne kadar uygun?!. Ya da sürekli gösterilen belgesellerde hep aslan ve kaplanların ceylanları, zayıf hayvanları nasıl boğdukları ve av maharetleri gösteriliyor, yırtıcıların yaşama hakkı olduğu, tabii kanun böyle olduğu, bütün zayıflar güçlüler için yaratıldığı vurgulanıyor. Bununla verilmek istenen mesajı tartışmayacağım. Çünkü ilahi kanun sadece bundan ibaret değildir. Zira zayıfların da yaşama hakkı olduğunu söyleyin lütfen. Ya da hep kan göstermek zorunda mısınız?. Yaşamlarını, sosyal hayatlarını anlatabilirsiniz o ve diğer hayvanların, neden sadece öldürmek?!.. Biz Allah’ın kudretini öldürme sanatlarında değil, yaratılıştaki hikmetlerde de görebiliriz.

Bütün bu kanlı diziler sonucunda çocuklarımızın gözünde insanın hiçbir değeri kalmıyor, basit sebeplerle öldürülebiliyor, verilen mesajlarla hatta öldürülmeli kanısı hakim oluyor. Sonuçta tahammülsüz bir toplum olup çıktık ortaya. Çünkü gençler adam öldürmenin ne kadar basit, kolay ve yoktan sebeplerle meşrulaştırıldığını görerek öğreniyor. Hangi sebep onu bundan alıkoyacak?!.. Ceza mı? Yok sahnede. Ahlak mı, din mi, saygı mı? Söyleyin! Hangi biri çocuğa veriliyor? Okullarda hep bıçaklarla geziyorlar. Futbol maçı tezahüratlarında satırlarla giden çocuklar üzerinde kaç bilimsel araştırma yapılmış ve kalıcı ne tür önlemler alındı/alınıyor?!. Bu çocukları bu davranışlardan hangi değer yargısı alıkoyacak?

Haberlerde gösterilen kanlı sahneler!.. Aslında kriminal suç ve cinayetler polisi, savcıyı, mahkemeyi ilgilendirir, evire çevire ve abartarak defalarca seyrettirmenin toplum üzerinde nasıl bir etki oluşturduğunun üzerinde bilimsel araştırmalar yapıldı mı? Haberlerde, gerçekten bu şekilde bu sahnelere yer verilmeli mi?

Para için bir nesli heba etmek hangi vicdana sığar?! Ahiret hesabına hiç mi inanan yok? Söyler misiniz? Kansız, aldatmasız, yalan dolansız, zulümsüz bir sahne, örnek bir karakter var mı dizilerimizde? Hangi birimiz bu dizilerde kendimizi bulabiliyoruz? Hiç dikkat ettiniz mi, yol verme kavgalarından dolayı adam öldürüyoruz. Bu bir cinnet değil mi sizce?

Ben bir yetkili olsam medya patronlarıyla görüşür, bu duruma bir çekidüzen vermelerini isterdim. Evet, yayın özgürlüğü var diyeceksiniz. Ama hiçbir özgürlük bir insanın canı kadar kıymetli değildir ve özgürlükler başkalarının özgürlüğüne tecavüz etmediği noktaya kadardır. Biz insanın değerini kaybettik. Kendimize saygımız kalmadı. Kur’an-ı Kerîm’in en çok üzerinde durup uyarıda bulunduğu noktalardan biri yeryüzünün fesada verilmesi meselesidir. Yeryüzünü fesada vermek insanın fıtratını bozmak demektir. Bugün yapılan budur. İnsanın fıtratını bozmak!….

Ailemizle, çoluk çocuğumuzla rahat bir şekilde bir kanal izleyelim diye özlem duyduğumuz günlerde güzel bir kanal açacağını vaat edip gazetelerine abone talep ettiklerinde, bir an önce yayına geçsin diye çifter çifter abone olduğumuz günleri hatırlıyorum. Öyle susamıştık ki buna. Sonuç, bir hayal kırıklığı… Ama yine de bir ümit vardı. Fakat bugün o da yok.

Evet, ben bir yetkili olsaydım sözle taleple buna engel olma gücüm olmayabilirdi. Fakat yaş farkı olmaksızın herkesin izleyebileceği, doğruluğun, adaletin, paylaşmanın, sevginin, merhametin, ahlakın, başarının, saygının, her kademede ve her kesimde örnek ilişkilerin egemen olduğu, örnek bir hayat modeli sunan bir dizi hazırlatırdım. Önerir, önayak olurdum. Herkesin kendini bulabileceği örnek bir dizi… Tıpkı Amerika’yı kuran ruhu temsil eden Küçük Ev dizisi gibi. O dizide hiç kan var mıydı?.. Hep sevgi ve merhametin egemen olduğu bir diziydi. Kendi dizilerimizden örnek vermek isterdim ama maalesef yok.  Yetkililer, alternatif dizilerle bunu başarabilirler. Devlet destek olmuyorsa duyarlı zenginler buna önayak olabilir, destek verebilirler.

Artık ülkelerle savaş sadece silahlarla yapılmıyor, nesillerin fıtratı bozularak yapılıyor. Yetkisi ve konumu ne olursa olsun, eğer ihmal ya da imkânları bu yönde kullanmamak söz konusu ise sorumluluktan kurtulabilir miyiz dersiniz? Kasıtlı ya da kasıtsız ihmali olan hiçbir sorumluya hakkımı helal etmiyorum desem, buna hakkım var diye düşünüyorum. Kültür bakanlığının ideal bir neslin yetişmesinde sorumluluğu yok mu? Milli Eğitim Bakanlığının sorumluluğu yok mu? Biz eğitimcilerin sorumluluğu yok mu?

Bir hoca olarak verdiğimiz derslerin etkisiz kaldığını görüyorum. Kaldı ki bizim ulaştığımız öğrencilerin sayısı kaç ki.

Acaba gezi olaylarında suçsuz insanların arabalarının yakılması, esnaf camlarının indirilmesi, kamu mallarına bunca zarar verilmesinde bizim hiç mi payımız yoktur?.. Bu dizilerin hiç mi etkisi yoktur.

Bu gemi hepimizin. Batarsa hep birlikte batarız. Bu dizileri servis edenlerin batma esnasında kaçıp gidecekleri başka gemileri belki vardır. Ama bu şansa herkes sahip değildir. Biraz vicdan. İnanmıyor olabilirsiniz ama öbür dünyada hesap var. Hadi yok diyelim (haşa). Ama ya varsa! Kalın sağlıcakla!…

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

19.09.2013

 
1 Yorum

Yazan: Eylül 19, 2013 in Genel

 

Batılılaşmak Yerine Yeniden İhyâya Ne Dersiniz?!.

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi SİVAS
Batılılaşma hâdisesi genel olarak batılı millet ve medeniyetleri taklit etme, onlara benzeme, onlar gibi olma, onlar gibi yaşama hareketi olarak ifade edilebilir. Bu hareket; garplılaşma, Avrupalılaşma, modernleşme, as¬rîleşme, çağdaşlaşma gibi kavramlarla da ifade edilmektedir.
Batı olarak ifade edilen Avrupa ve Amerika’nın teknolojik, siyasî, sosyal ve kültürel sistemi ve dünyayı algılama biçimini almaya dayanan fikir ve uygulamaların tamamı batılılaşma kavramı çerçevesinde mütalaa edilir.
Batılılaşmanın çerçevesi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kimileri batının sadece teknoloji ve ilmini almanın yeterli olacağını savunurken kimileri de batı¬nın bir bütün olduğunu, dolayısıyla batıyı bir bütün olarak özümsemek gerektiğini savunmuştur. Bu ikinci gruba giren ve “ka¬yıtsız şartsız batılılaşmak” gerektiğini savunanlar, işi, kan ve beden olarak da batılılaşmak gerektiği noktasına kadar vardırmışlardır. Türkiye’nin en ün¬lü şairlerinden biri olan Abdullah Cev¬det, bu konuda, 1925′de, Türk kanına kan katılması için Avrupa’dan insan getirilmesini teklif edecek kadar ileri gitmiştir.
Prens Sabahaddin gibi batılılaşmayı demokratikleşmek, parlamenter bir sisteme kavuşmak, kapitalistleşmek, laikleşmekle eşdeğer kabul edenler de olmuştur. Batılılaşmanın toplumsal yapıdan bireysel sosyal yapıya ge¬çişle gerçekleşebileceği tezini savunalar da vardır.
Hangi içerik ve boyutta olursa olsun, bir toplum başka bir toplumu taklit etmeye, ona özenmeye, onun gibi olmaya çalışması ya da buna ihtiyaç duyması sorgulanması gereken önemli bir meseledir? Bilindiği gibi benzeme olgusu hep aşağıdan yukarıya doğru cereyan eder ve doğal olarak benzeme teşebbüsü daha üstün olana yapılır. Hedef, yükselmek daha ileriye gitmektir. Bunun istikameti tersine olursa benzemeye çalışanın yükselmesi yerine alçalması söz konusudur. Yüce Allah’ın bize peygambere uymayı, ona itaat etmeyi emrederken önce onun üstün ahlakını, örneklikteki yegâneliğini takdim etmesi bundandır. Muhatabı ikna etmeye ve yükseltme amacına yöneliktir. Bu son derece önemli ve fıtrî bir olgudur. Hayran olunmadan özenti olmaz; üstün olana özenti duymak da fıtratın gereğidir. Ancak fert ve toplumlar acizlik ve komplekse kapılır, kimlik ve benliğini oluşturan değerleri yitirirse benzeme talep ve olgusunun istikameti yukarıdan aşağıyadır.
Hâl böyle olunca bir fert veya toplum başka bir fert veya toplumu taklide, ona benzemeye, onun gibi olmaya kalkarsa bunun iki nedeni vardır. Birincisi kendisine benzemeye çalışılan fert ve toplumun ahlakı, kişiliği, inancı, kültürü, yaşadığı değerler gerçekten üstündür ve bu tür bir benzeme gayreti takdire şayandır; benzemeye çalışan fert ve toplumlar her yönüyle yükselir. İkincisi ise benzemeye çalışılan fert ve toplumun değerleri gerçekte üstün değildir; ona duyulan hayranlık aşağılık kompleksine dayalı boş bir özentiden ibarettir. Bu da o kişi ve toplumu geriye götürür.
Genel olarak doğunun ve İslam dünyasının özelde de Türkiye’nin batılılaşma hareketi bunun neresindedir? Ya da Türkiye’yi batılılaşmaya iten ya da mecbur eden sebepler nelerdir?.. sorusunun cevabını aramak gerekiyor.
Bilim ve teknolojide İslam Dünyası ve özelde Türkiye batının gerisinde kalınca, bilim ve teknolojinin doğal üstünlüğü karşısında savaşlarda da mağlup olunca teknolojik transfer anlamında bir batılılaşma doğaldı ve bizzat kendisi üretemeyince de taklide veya transfere mahkûm oldu. Ancak, mahkûmiyet hangi alanda olursa olsun, üstünlüğün buyurgan bir tabiatı vardır. Bu da zamanla siyasi ve kültürel özentiye sebep olmuştur. Geri kalmışlığın faturası dinî, siyasî ve kültürel değerlere çıkarılınca doğal olarak ortaya çıkan aşağılık kompleksi dinî ve ahlakî değerlerin de tecridine yol açmıştır.
Burada İslam medeniyeti Batı medeniyetinden daha mı gerideydi? Sorusunu sormak gerekiyor. Ontolojik olarak düşünüldüğünde buna verilecek cevap elbette ki ‘hayır’dır. Ve bugün gelinen nokta da bunun en büyük ispatıdır. Zira İslam medeniyeti ilahî kaynaktan beslenirken, batı medeniyeti beşerî kaynaktan beslenmektedir. Tabiî kanun gereği hiçbir zaman beşerî bir olgu ilahî bir olguya galip gelemez. Hâl böyle olunca İslam medeniyeti neden geri kaldı ve insanlığa sunduğu değerler neden toplumlara egemen olmayı kaybetti? sorusu akla gelmektedir. Buna verilecek cevap şudur: Değerler tek başına bir anlam ifade etmez. O değerler benimsenir ve yaşanırsa ancak bir anlam ifade eder; ancak o zaman toplumsal yansımaları görülür. İslam dünyası kendi değerlerini yaşam alanı dışına çıkarınca doğal olarak etkinliğini kaybetti ve başkalarına özenir duruma düştü.
Burada şunu da ifade etmek gerekir ki medeniyet sadece teknolojik varlık veya üstünlüğünden ibaret değildir; sosyal yaşam kuralları ile bütünleştiği zaman ancak insana mutluluk verir. Batı tek yönlü yani teknolojik üstünlükle dünyaya egemen olup insanlığın ruhî ve yaşantı yönüyle fıtratını doyuracak kurallar sunamayınca, diğer toplumların ve hatta kendi toplumları nezdinde dahi hayranlığını yitirmeye başlamıştır. Artık batılılaşma eskisi kadar hayranlık duyulan bir olgu değildir. Bütün dünya artık batının insanlığa verecek bir şeyinin olmadığını görmüştür. Daha da önemlisi elindeki teknolojik üstünlüğünü insanlığı daha refah hale getirmek için değil de ‘öteki’ni yok etme veya sömürme aracı olarak kullandığını görünce hayranlık yerine nefret duyulmaya başlanmıştır. Bugün hayranlık gibi gözüken olgular biraz da korkuya dayalı hayranlıklardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Güneş her zaman doğudan doğmuş ve doğmaya da devam edecektir. Bütün medeniyetlerin ve bilimin kaynağı doğu olmuştur. Doğu medeniyetlerinin kaynağında ilahî değerler yani vahiy vardır, mimarları da peygamberlerdir. Batının övüneceği bir peygamberi hiçbir zaman olmamıştır. Dolayısıyla batı medeniyeti yapay ve beşer kaynaklıdır. İlahî kaynaktan ve peygamberden yoksun batı, doğuyu her zaman kıskanmış, bundan dolayı da tarih boyu onu yok etmeye ve yağmalamaya çalışmıştır. Öz güvenle İslam medeniyetini yeniden ihya etmek zor değildir. Batılılaşmak yerine yeniden öze dönmek sanırım en isabetli çözüm olacaktır. O kudret ve kabiliyet fıtratında ve sahip olduğun değerlerde fazlasıyla mevcuttur.
21. 11. 2011
Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi SİVAS
***

 
Yorum yapın

Yazan: Aralık 21, 2011 in Genel

 

Çocuğun Yaşam Hakkı Çerçevesinde Dinî Ve Ahlakî Açıdan Kürtaj

Çocuğun Yaşam Hakkı Çerçevesinde Dinî Ve Ahlakî Açıdan Kürtaj

Cemal AĞIRMAN*

Özet:

Normal şartlarda kendi haline bırakıldığında aşılanmış bir yumurta insan olmaya aday bir canlıdır. Bu canlının yaşama hakkı vardır. Ana-baba da olsa, onu hiç kimsenin öldürmeye hakkı yoktur. Hayat veren ve yaşatan bizzat Yaratan’ın kendisidir. Hayata son verme hakkı da O’na aittir. Onun için Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de: “Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyiniz…” [İsrâ,17/33] buyurmaktadır.

Ne dinî nasslar/metinler ne de herhangi bir ahlakî öğreti, özellikle vahiyden beslenen ahlakî öğretiler, keyfi sebeplerle ceninin öldürülmesine cevaz vermemektedir.

Bazı İslam âlimlerinin 120 güne kadar kürtaj yapılabileceği yönündeki içtihatları doğru değildir. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, din, hamile olmamak için korunmaya/ön tedbir almaya da cevaz vermektedir.

Bu tebliğde, herhangi bir müdahale ile ceninin yaşamına son verilmesinin bir cinayet olacağı gerçeğinden hareketle dinî ve ahlakî açıdan kürtaj meselesi ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Din, Ahlak, Kürtaj, Cenin, Ölüm

***

In the normal conditions, fetus is a living-being that will be a human being when it was left to itself. And this living-being has a right to live. Its mother or its father or anyone else has no right to kill it. Only the Creator himself gives the life and has right to put an end to a life. Because of that Allah says in the Qur’an: “Don’t kill a soul which Allah has forbidden to kill except cause for a just”. [Isra, 17/33]

Neither a religious text nor an ethical doctrine and especially ethical doctrines which are nurtured by revelation do not give a permission to kill to fetus because of arbitrary reasons.

The opinion of some scholars of Islam who are saying that a fetus can be abort until 120 days is wrong. But at the same time it should be noted that Islam gives permission to take precaution to obstruct the pregnancy.

In this article, it has been discussed that without any justification to put an end of a fetus is a crime and what the religious and ethical doctrines say about the issue of abortion.

Key Words: Religion, Ethic, Curettage, Fetus, Death

***

Giriş

Bu tebliğde, ana rahminde aşılanmış/döllenmiş bir yumurtanın bir canlı olduğu, kendi hâline bırakıldığında normal şartlarda bir insan olarak dünyaya geleceği, dolayısıyla herhangi bir müdahale ile yaşamına son verilmesinin bir cinayet olacağı gerçeğinden hareketle dinî ve ahlakî açıdan kürtaj meselesi ele alınmıştır.

Doğru şekli ‘curettage/küretaj’ olup dilimize ‘kürtaj’ olarak geçen ve sözlükte ‘kazımak’ anlamına gelip bu anlamıyla tıbbın birçok alanında kullanılan kürtaj sözcüğü, yaygın kullanımıyla ‘istenmeyen ya da zorunlu durumlarda gebeliğin sonlandırılması’, diğer bir ifade ile ‘hamilelik süreci tamamlanmadan ceninin anne rahminden ayrılması’ anlamına gelmektedir.

Ceninin ana rahminden ayrılması, değişik şekillerde meydana gelebilir. Bunlar, annenin özel bir ilaç alması, ağır fiziksel bir harekette bulunması, ağır yük kaldırması, özel bir elektrik yükünün rahme iletilmesi veya doktor tarafından yapılan tıbbî bir operasyon yoluyla olabildiği gibi, dışardan tekme atılması, bir cisimle vurulması gibi şiddetli bir darbe sonucu da olabilir. Bununla beraber, annenin veya dışarıdan herhangi birinin etkisi olmaksızın kendiliğinden de olabilir.

Hayati bir durum söz konusu olmadan bir gebeliğin sonlandırılmasına İslam’ın yaklaşımı olumsuzdur. Bu yaklaşımı biri riskleri, diğeri de insana verilen değer açısından ele almak mümkündür.

 

Riskleri Açısından İslâm’ın Kürtaja Olan Olumsuz Bakışı:

Kürtajın anestezi ve işleme bağlı birtakım risklerinin olduğu bilinmektedir. Gebe bir rahim, gebe olmayan bir rahme göre çok daha yumuşaktır. Bu nedenle işlem esnasında yapılan dikkatsiz ve sert bir hareket rahmin delinmesine neden olabilir. Bu durumda hastada hayati tehlike yaratacak boyutlara varabilecek riskler doğar.

Kürtajın tüm riskleri gebelik haftası büyüdükçe artar. Kürtaj için yasal sınır 10. haftadır. 10 haftadan büyük gebelikleri sonlandırmak illegal olduğu için genelde hastane şartlarında değil, izbe muayenehanelerde uygulanmaktadır. Bu durum zaten artmış olan risklerin daha da katlanmasına sebep olur. Büyük gebelikler sonlandırılırken hayatını kaybeden pek çok genç kadının haberleri medyada sıkça yer aldığı herkesin malumudur.

Din, riskli olan hiçbir şeye keyfi yönelişlerle asla izin vermez. Kur’ân, “…kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” [Bakara, 2/195] âyetinde bunu açıkça ifade etmektedir.

Operasyonel riskleri açısından tıbben uygun görülen kürtajlarda ceninin 5-6 haftalık olması uygun görülmektedir. Fakat hayatî tehlike gibi sağlık sorunu olmaksızın, büyük addedilen gebelikleri sonlandırmak bir yana, beş haftalık bir cenini öldürme operasyonuna karar vermek bile tam bir cinayettir.

 

İnsana Verilen Değer Açısından İslâm’ın Kürtaja Olan Olumsuz Bakışı:

İnsan Allah’ın yarattığı en mükemmel varlıktır. Allah, yaratıkları içerisinde en yüksek payeyi de ona vermiş, bütün dünyayı, yeri-göğü emrine ve hizmetine sunmuş, onu kendi adına iş yapan, yeryüzünü imar eden halife yapmıştır[1]. Fizikî ve ruhî yapısıyla akıllara hayranlık uyandıracak bir yapıda yaratmış; akleden, yaptığını sorgulayabilen bir yetenek vermiş, daha da önemlisi onu kendisine muhatap kabul etmiştir.

Bu denli değer verdiği bir varlığa can veren/hayat veren kendisi olduğu gibi o canı alma hakkını da kendisine ayırmış, hiç kimseye başka birini haksız yere öldürme hakkı vermemiştir. Savaşı dahi kendilerini öldürmeye, inançlarını yok edip yurtlarından koparmaya gelenlere karşı meşru kılmıştır.[2]

Şayet insanoğlu bir yanlış yapar ve haksız yere hemcinsini öldürmeye kalkarsa onu en ağır şekilde cezalandıracağını ifade etmektedir. Haksız yere başkasını öldürmekle ilgili birkaç âyetin mealini dikkatlerinize sunmak istiyorum:

“Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın…” [İsrâ, 17/33]

 “Bir müminin diğer bir mümini yanlışlık dışında öldürmesi asla câiz değildir…” [Nisâ, 4/92]

“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” [Nisâ, 4/93]

“Kim, … (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” [Mâide, 5/32]

 

İnsan Hayatı Dokunulmazdır:

 …Allah’ın haram/dokunulmaz kıldığı cana haksız yere kıymayın!..” [En’âm, 6/151], [İsrâ 33] ilâhî buyruğuyla insanın yaşamı koruma altına alınmıştır.

Burada ‘insanı öldürme yasağı’ ifade edilirken ‘nefs’ kelimesinin kullanılması son derece önemli ve dikkat çekicidir. Zira ‘nefs’, ‘can’ demektir ve öldürme yasağında, sadece canlılık esas alınmıştır. Bu ‘can’, dünyaya gelen yetişkin insanı ifade ettiği gibi, insan olmaya aday aşılanmış yumurtayı da ifade eder. Nitekim aşılanmış bir yumurta normal şartlarda kendi haline bırakıldığında, insan olmaya aday ve aşılandığı andan itibaren yaşam hakkına sahip bir canlıdır. Artık o, bu andan itibaren anne ve baba adayına bir emanettir; onlar da bundan böyle üzerlerine düşeni yapmakla sorumludurlar. Her türlü ihmal ve kasıt uhrevî cezayı gerektirdiği gibi duruma göre dünyevî cezayı da gerektirebilir.

Hücre olarak ele alındığında aslında yumurta ve sperm de birer canlıdır, fakat aşılanmadıkları sürece tek başlarına insan olma imkân ve ihtimaline sahip değildirler.

Hiçbir anne veya baba çocuğunu öldürme hakkına sahip değildir. Sahibi olmak, onlara çocuklarını öldürme hakkı vermez. Yüce Allah, “Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler… mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlardır, zaten doğru yolda da değillerdi.” [En’âm, 6/140] “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda… insanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir.” [Tekvir, 81/8-9, 14] buyurarak hangi aşamada olursa olsun çocuklarını öldürenleri beyinsizlikle itham etmekte, sapıttıklarını ve işledikleri bu suça karşılık mahvolacaklarını ifade etmektedir.

Buna mukabil Allah Teâlâ, annenin, çocuğunu dünyaya getirmek için çektiği zahmet ve sıkıntılarının mükâfatını dünya ve ahirette fazlasıyla alacağını da belirtmektedir: “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. ‘(İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret’ diye emrettik. Dönüş ancak banadır.” [Lokman, 31/14]

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!” [İsrâ, 17/23] âyetleri, çekilen zahmetlerin karşılıksız kalmayacağını belirtmektedir.

Çünkü zamanı geldiğinde çocuk, anne ve babanın çektiği zahmetlerin bir nevi karşılığı olarak onlara iyi davranacak, onlara sahip çıkacak, bir evlat olarak üzerine düşeni yapacaktır.

Yukarıdaki âyetlerde emredilen sorumlulukların yerine getirilmesi halinde meydana gelecek güzel dünyevî yansımaların yanı sıra, evladın yaptığı her hayırlı işten anne babaya uhrevî mükâfat verileceği de Hz. Peygamber’in sözlerinde açıkça ifade edilmektedir.[3]

Bununla beraber çocuk sevgisi insanoğlu için erişilmez bir mutluluktur, onun verdiği manevî hazzı başka hiçbir şey verememektedir; dolayısıyla çocuk sevgisi de dünyevî bir mükâfattır.

Bütün bunlar insan olmaya aday bir ceninin yaşam hakkını tanımaya ve korumaya yeterli sebeplerdir.

 

Doğum Kontrolü Câizdir:

Çocuk sayısını sınırlandırmak kişisel bir haktır. Buna dinin yaklaşımı da olumsuz değildir. Ancak bunu yapmak isteyenler, cenini öldürerek değil, aşılanmayı engellemek suretiyle yapabileceklerdir. Diğer bir ifade ile doğum kontrolü aşılanma vuku bulduktan sonra kürtaj yoluyla değil, ancak ve ancak yumurta ile spermin bir araya gelmesini engellemek suretiyle olacaktır. Dolayısıyla gebeliği engelleyici ön tedbirler câizdir. Zira böylesi bir uygulamaya vahyin ve onun tebliğcisi Hz. Peygamber’in izin verdiğini görmekteyiz. Kutlu Elçinin yakın arkadaşları, onun döneminde hamileliği engellemek için azil yaptıkları halde bunu yasaklamadığını haber vermektedirler.

Câbir b. Abdullah (r.a.) “Biz Rasûlullah (s.a.v.) zamanında ve Kur’ân inmekte iken azil yapardık.”[4] demektedir.

Diğer bir nakilde; “Biz Rasûlullah (s.a.v.) zamanında azil yapardık. O, bunu bildiği hâlde bize bunu yasaklamadı.”[5] denilmektedir.

Ancak İslâmiyet azil yoluyla yapılan nüfus planlamasının, insan neslini sonlandıracak, yok edecek şekilde toplumsal bir harekete dönüşmesini de kabul etmemektedir.

 

Yoksulluk Ve Benzeri Hususlar Kürtaja Mazeret Olamaz:

Ana rahmindeki çocuğu yoksulluk, güzelliğin bozulması, yaşlanma, hamilelik sıkıntısı, doğum korkusu, okutamama, iyi bir gelecek hazırlayamama, güzel ahlâk verememe gibi endişelerle öldürmek, haksız yere cana kıymaktır; böyle bir girişimde bulunmak cinayettir. Aynı zamanda anne-babanın evlât hakkını tanımaması demektir.

Kur’ân’ın …Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz; sizin de onların da rızkını veren Biziz!..” [En’âm, 6/151] “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir…” [Hûd, 11/6] âyetleri, fakirliğin, iyi bakamama veya besleyememe korkusunun, çocuk düşürmek için özür olamayacağını belirtmektedir. Çünkü rızkı veren Allah’tır. İnsana düşen o rızkın peşine düşmek, onu arayıp bulmaktır. Aslında çocuk sahibi olmak ekonominin canlanması açısından büyük bir önem taşır. Çünkü çocuk sahibi olmak, kişiyi arayışa, yaratıcılığa, üretkenliğe, üretime, çalışmaya sevk eden muharrik bir güçtür.

Ayrıca çocuk aile huzuru için vazgeçilmez bir unsurdur. O Allah’ın bir nimetidir. Anne ve baba, çocuk sahibi olmakla duyduğu huzuru, mutluluğu başka hiçbir şeyle yakalayamamaktadır. Hayata bir başka sarıldıkları, ona aktardıkları fıtrî sevgi ile birçok zorluğa rahatça göğüs gerdikleri bilinen bir gerçektir. Çocuksuz aileler ise, tam tersi hayata ümitle bakamamaktadırlar. Bütün bu dinamikleri dikkate almadan hamilelik ve doğum sıkıntılarına benzer hususların kürtaja bir gerekçe olarak sunulması, bir algı eksikliğinden kaynaklandığı açıktır. Bu kabil teşebbüsler, insanın değerini ve anneliğin kutsallığını idrak edememekten ileri gelir.

Fıkhî Açıdan Kürtaj:

Bazı âlimler, meşru bir özür varsa, örneğin, annenin veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olacak kesin bir durum söz konusu ise, uzuvları teşekkül etmeden çocuk aldırmanın câiz olduğunu söylemişlerdir.[6] Bunun gerekçesi, dünyaya gelmiş bir çocuğun veya sorumlulukları olan yetişkin bir birey konumundaki annenin daha henüz dünyaya gelmemiş bir çocuğa feda edilemeyeceğidir.

Kürtaj, olgusal olarak cenine ruh verildikten önce veya sonra olabilir. Eğer kürtaj cenine ruh verildikten sonra yapılırsa, tüm fakihlerin ittifakıyla kesin olarak haramdır. İster annenin veya babanın etkisiyle veya doktor müdahalesiyle olsun, isterse dışarıdan birisinin saldırısı veya darbesiyle olsun fark etmez. Çünkü bu, din tarafından korunan ve dokunulmaz olarak ilan edilen hayata yani cana yapılmış bir saldırıdır. Dolayısıyla bu bir cinayettir ve diyet ödemeyi gerektirir.[7]

İnsan, anne karnında nutfe [sperma] olarak 40, alaka [embriyo] olarak 40, et parçası olarak da 40 gün kalır. Bundan sonra ruh verilir”[8] hadisini esas alan bazı âlimler, 1 aydan 4 aya (120 gün) kadar, kimileri bir özürden dolayı, kimileri de herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın kürtaj yapılabileceğini söylemişlerdir.[9] Bu görüşün sahipleri buradaki ruh verilmeyi canlanma olarak kabul ettikleri için büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Hâlbuki cenin daha ilk aşılanma anından itibaren canlıdır. Ayrıca ruh verilmesinden öncesi ve sonrası gibi bir ayırımdan hareketle ‘ceninin ruh verilmesi öncesinde öldürülebileceği’ hükmüne varmak da son derece isabetsizdir. Hadisteki ifadelerden böyle bir sonucun çıkmasının imkânı yoktur. Dolayısıyla bu görüşün dînî ve ahlâkî bir dayanağı olmadığı gibi, aklî ve bilimsel bir izahı da yoktur. Nitekim döllenme gerçekleştikten sonra, bir özür olmaksızın kürtaj yapmanın câiz olmadığını söyleyen âlimler de mevcuttur.[10]

Malikîlere göre, döllenme olduktan sonra, kırk günden önce de olsa cenini aldırmak ya da düşürmek câiz değildir.[11] Şâfiîler ve özellikle Gazâlî de aynı görüştedir.[12]

 

Yaşam Hakkının Dokunulmazlığı Açısından Bakıldığında Yasalar Kürtaja İzin Verebilir Mi?

Ülkemizde gebeliğin sonlandırılması amacı ile yapılan kürtajlar yasa ile tanımlanmış ve sınırlandırılmıştır. Buna göre 18 yaşından büyük ve evli olan kadınlar hem kendi hem de eşlerinin rızâsı ile kürtaj olabilirler. Evli olmayan kadınlarda eş rızâsı aranmaz. 18 yaşından küçük kişiler ise ancak veli veya vâsilerinin onayı ile kürtaj olabilirler.

Günümüzde çocuk aldırmayı kimileri “reşit kadınlarımıza tanınmış yasal ve çağdaş bir hak” olarak görürler. Ülkemizde mevcut yasalar 10. haftaya kadar sebepsiz, 10. haftadan sonra tıbbî bir gerekçe ile çocuk aldırmaya izin vermektedir.[13]

İslâm Dîni böyle bir hakkı cana saldırı olarak kabul etmektedir. Anne rahminde aşılandığı andan itibaren insan olmaya aday olan bir canı, keyfi olarak öldürmenin kanunu olmaz. Buna izin veren bir yasa hukukî değildir. Meşru olmayan, haksız ve keyfi bir öldürme de zaten hukukî olamaz. Böyle bir hak iddiasında bulunmak ilâhî iradeye müdahale olarak kabul edilmektedir.

Unutmamak gerekir ki yaşam hakkı insana Allah tarafından verilen bir haktır. İnsan canlılık vasfı kazandığı andan itibaren bu hakka sahip olur. Dolayısıyla ölümle sonuçlanacak ciddi bir sağlık sorunu dışında gerekçesi ne olursa olsun aşılanmış bir yumurtanın yaşamına son vermek asla câiz değildir.

Sonuç:

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Ana rahmindeki cenin aşılandığı andan itibaren insan olmaya aday bir canlıdır. Hayatî bir durum söz konusu olmaksızın onu öldürmek yetişkin bir insanı öldürmekle eş değerdir. Bir evladınızın dokuz aylık bir uykuya daldığını ya da dokuz ayın sonunda ancak kavuşabileceğiniz uzak bir yerde bir bakıcıya emanet edildiğini düşünün, ona sadece dokuz ay sonra kavuşacak olmanız, onu bir evlât olarak bağrınıza basmanıza bir engel teşkil eder mi? Veya ona dokuz ay sonra ulaşmanız onu öldürmek için bir gerekçe olabilir mi? Kürtajın vahametini anlayabilmek için, aşılanmış bir yumurtayı, dokuz ay sonra karşınıza çıkıp size gülümseyecek bir evlâdınız olarak düşünmeniz kâfidir!

Çocuk sayısını sınırlandırmak için kürtaja teşebbüs edenler nasıl bir cinayet işlediklerini ve Tanrı’nın huzuruna bir câni olarak çıkacaklarını, Tanrı’nın da onlara o masum çocuğu hangi suçtan dolayı öldürdüklerini soracağını bilmelidirler.

İslâm âlimleri, geçmişte, hamileliğin 120. gününden önce mazeretsiz bir şekilde kürtaj yapılabileceği yönünde verdikleri hükümde yanılmışlardır. Mevcut nasslar böyle bir hüküm vermeye müsait değildir. Bunun en güçlü delili de aşılanma öncesi tedbir alınabileceğine müsaade edilmesidir.

Yaşam hakkı insan olma yolunda canlılık vasfı kazanıldığı andan itibaren başlar. Bu hakkı veren ve insanın canını dokunulmaz kılan, koruma altına alan Allah’tır. Onun için adam öldürmeyi en büyük günahlar arasında saymıştır.

Hiçbir otorite canı öldürme yasağını ihlâl edemez. Can alma cana denk bir mazeret olmadıkça meşru kabul edilemez. Basit bir empati ile söylemek gerekirse bizlere de kürtaj uygulanmış olsaydı bugün hayatta olmayacaktık. Hepiniz çok değerlisiniz ve bu topluma belki de hayatî yararlar sağlamaktasınız. Keyfi bir kararla ve basit sebeplerle hiç kimse bunları heba edemez.  Saygılarımla…

***

Not: Bu yazı, 25-27 Şubat 2011 tarihlerinde düzenlenen 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi’nde sunulan tebliğin metnidir.

Kaynakça:

-Kur’an-ı Kerim

-Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5. bs., Beyrut 1405/1985.

-Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil el-Buhârî, el-Câmiü’s-Sahîh, İstanbul ts.

-Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu ‘ulûmi’d-dîn, Dımaşk ts.

-Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî, Sünenü İbn Mâce, (th. Muhammed Fuad Abdülbâkî), Beyrut ts.

-Ebû Abdirrhman Ahmed b. Şu‘ayb en-Neseî, Sünenü’n-Neseî, Beyrut ts.

-Ebu’l-Hüseyn Müslim İbnü’l-Haccac el-Kuşeyrî: Sahîhu Müslim (el-Câmi’u’s-sahîh), (nşr. -Muhammed Fuad Abdülbâkî), İstanbul ts. ofset.

-Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ‘Alîş, Fethu’l-‘Aliyy’il-Mâlik fi’l-Fetavâ ‘alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, 1217-1299 H, (samile v3.8)

-İbn Nuceym, el-Bahru’r-râık, II, 356 (samile v3.8)

-el-Fetava’l-Hindiyye, V, 356 (samile v3.8)

-Burhanuddin İbn Mâza, el-Muhîtu’l-Burhânî, (samile v3.8)

-İbn Abidîn, Haşiye İbn Abidîn, (samile v3.8)

-İbnu’l-Humâm, Fethu’l-Kadîr, (samile v3.8)

-Ebû Abdillah Muhammed b. Yusuf el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl, (samile v3.8)

http://www.mumcu.com/html/article.php?sid=85

***

1. 04. 2011

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

Cumhuriyet Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

SİVAS

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

e-mail: agirman@cumhuriyet.edu.tr

***


 


[1] Bk. Bakara 2/30.
[2] En’âm, 60/8-9.
[3] Müslim, Vasiyet 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 14; Nesâî, Vesâyâ 8.
[4] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26-28; Tirmizî, Nikâh 39; İbn Mâce, Nikâh 30.
[5] Müslim, Talâk 26-28.
[6] Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ‘Alîş, Fethu’l-‘Aliyy’il-Mâlik fi’l-Fetavâ ‘alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, 1217-1299 H, III, 27-28. (samile v3.8)
[7] Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ‘Alîş, Fethu’l-‘Aliyy’il-Mâlik fi’l-Fetavâ ‘alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, III, 27-28 (samile v3.8).
[8] Buharî, Kader 1.
[9] İbn Nuceym, el-Bahru’r-râık, II, 356 (samile v3.8); el-Fetava’l-Hindiyye, V, 356 (samile v3.8); Burhanuddin İbn Mâza, el-Muhîtu’l-Burhânî, V, 242; İbn Abidîn, Haşiye İbn Abidîn, I, 302; İbnu’l-Humâm, Fethu’l-Kadîr, VII, 294.
[10] Ebû Abdillah Muhammed b. Yusuf el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl, XII, 125.
[11] Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ‘Alîş, Fethu’l-‘Aliyy’il-Mâlik fi’l-Fetavâ ‘alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, III, 27-28 (samile v3.8).
[12] Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ‘Alîş, Fethu’l-‘Aliyy’il-Mâlik fi’l-Fetavâ ‘alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, III, 27-28; Gazalî, ihyâ, II/52-53.
 
Yorum yapın

Yazan: Nisan 1, 2011 in • Sempozyumlar

 

Yirmi Birinci Hadis/El Emeği İle Elde Edilen Kazancın Önemi

 

Yirmi Birinci Hadis

عَنْ الْمِقْدَامِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

 “مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللَّهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ”.

Mikdâm (r.a.)’ın naklettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “Kişi kendi bileğinin gücüyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yemiş olamaz. Allah’ın peygamberi Dâvûd Aleyhisselâm da kendi bileğinin gücüyle çalışarak kazandığından yerdi.”[1]



El Emeği İle Elde Edilen Kazancın Önemi

 “Çalışmak” ve “kazanmak”; diğer bir ifade ile “el emeği” ifadeleri, hadisin anahtar terimleridir. Güç ve imkânı olan herkesin, geçimini başkalarının sırtından değil,  kendi bilek gücü ile çalışıp kazanması gerektiği ve böylesi helâl bir kazancın kutsallığı, önemi ve fazileti üzerinde durulmaktadır.

Gücü ve hâli vakti yerinde olan sağlıklı bir insan, hayatını ilânihaye başkalarının sırtından geçinerek sürdüremez. Böyle bir durumu kabullenmesi durumunda şahsiyetinin gelişmesinde birçok olumsuzluklar tezahür edebilir. Örneğin çalışıp hak etmeden başkalarının sırtından geçinen insanlar özgün bir kişilik, güçlü bir şahsiyet sergileyemezler. Bazen bağımlı oldukları kişilerin arzu ve taleplerine uygun bir kişilik sergilemek zorunda kalabilir, özgüvenleri zayıf geliştiği için kullanılmaya müsait silik şahsiyetler hâline gelebilirler. Çoğu zaman inisiyatif kullanamaz, özgün bir irade sergileyemezler.

Kişinin kazancı, kendi emek ve gayretiyle, bilgi ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettikleri ile emek dışı fakat meşru ve helâl yollardan elde ettikleridir.

İslâm’a göre emek kutsal olduğu gibi kazanç da kutsaldır. Ancak kazancın kutsal olabilmesi için, meşru ve helâl yollardan bilek gücü ve el emeği sonucu elde edilmesi gerekir. Hz. Peygamber, “Kişinin yediği en temiz yiyecek kendi kazancıdır.”[2] ifadesiyle çalışma imkânı ve kapasitesine sahip olanlara çalışmayı hedef göstermektedir.

Herkes rızkının peşinde koşmak durumundadır. Allah Teâlâ herkese yetecek kadar rızık yarattığı gibi her canlıyı da rızkıyla yaratmaktadır. Hz. Peygamber’in “Çalışınız! Çünkü herkes kendisi için yaratılana müyesser olur.”[3] sözü herkesin rızkının yaratıldığını, ancak, çalışıp çabalamadan onu elde edemeyeceğini ifade eder.

Emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş imkân, sebep ve vasıtaların kullanılması demektir. Bu vasıtalar doğuştan ihsan edilmiş güç, kabiliyet ve sebeplerdir. Emek denen şey de, işte bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde kullanılmasıdır.

Hz. Peygamber’in el emeği ve helâl kazancın kutsal olduğunu ifade eden sözlerinden biri de “veren el alan elden üstündür”[4] sözüdür. Veren elin alan elden daha hayırlı olması, çalışmayı teşvik eden, başkasının sırtından geçinmeyi hoş görmeyen bir yaklaşımın ifadesidir. Bu yaklaşım, onurlu insanların muhtaçlara yapılan yardımlara ve başkalarının sırtından geçinmeye bel bağlayıp tembellikte ısrar etmelerini önler. Gerçek ihtiyaç sahipleri, herhangi bir merciden yapılacak yardımları onurları zedelenmeden alabilecekleri gibi, kazanmaya muktedir olup imkân bulan bir kimse de gönüllü olarak tembelliği seçip başkalarının yardımına bel bağlama gibi onursuz bir tercihe yönelmeyecektir. Tabii bu noktada insanoğlunun eğitimi de büyük önem arz etmektedir.

Müslüman -maddî mânevî- her yönüyle güçlü olmalıdır. Bu yüzden Hz. Peygamber her defasında “veren elin, alan elden daha hayırlı”[5] olduğunu ifade etmiştir. “Vermek, almaktan daha hayırlıdır” vurgusu, hayırlı olmayı tercih edenleri, vermeye, dolayısıyla, çalışmaya yönlendirmektedir. Allah katında hayırlı olmak her Müslümanın arzuladığı bir hedeftir. Bu ifadenin insanlık onurunu korumaya yönelik bir mesaj içerdiğini söylemek de mümkündür. Zira bu mesajın içinde, alan konuma düşmemek için gerekli gayretin sarf edilmesi de vardır. Hâl böyle olunca çalışıp kazanmak bir onur meselesine dönüşmektedir. Çünkü dilenmeden kazanmanın peşine düşenleri Allah iffetli kılar. Onurlu mümin her zaman iffetin yanında yer alır. Zarurî hâllerde ve belli şartlarda dilenmeye cevaz verilmiş ise de insan onurunu zedelediği için hoş karşılanmamıştır. Bu noktada topluma önemli görevler düşmektedir.

Hz. Peygamber “Beş şeyden önce beş şeyi ganimet bil! Ölümünden önce hayatını, hastalıktan önce sağlığını, meşguliyetten önce boş vaktini, ihtiyarlıktan önce gençliğini, fakirlikten önce zenginliğini (ganimet bil).”[6] buyurmaktadır.

Hz. Peygamber, ayrıca; “İnsanların hayırlısı, ömrü uzun işleri güzel/hayırlı olandır.”[7] buyurmaktadır. Kişinin hem kendisinin ve hem de bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçimini temin etmek için çalışıp kazanmak durumundadır. Dînimiz İslâm böylesi bir çalışmayı ibâdet olarak değerlendirmekte, kişinin, eşinin ve çocuklarının ağzına verdiği her bir lokmayı dahi sadaka olarak değerlendirmektedir.

Hadiste “daha hayırlı yiyecek yememiştir” ifadesindeki “hayırlı” kavramı “daha helâl, daha temiz” anlamındadır. İslâmiyet helâl rızık peşinde koşmayı emreder, haram mal kazanmayı yasaklar. Kur’ân’da “Ey peygamberler, temiz olan şeylerden yiyin, sâlih/güzel/temiz iş yapın.”[8] “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temizinden yiyin.”[9] buyurulmaktadır.

Kazancın helâl olması önemlidir. Hz. Peygamber yemesi, içmesi, giyimi haram olanların dualarının kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir.[10] Bunlar, haram olarak devam ettiği sürece ibâdetlerin kabulüne de engeldir.[11] Haram kazançtan ifâ edilen malî ibâdetler ve verilen sadakaların kabul edilmediği, geriye bırakılan haram malın da ancak kıyametteki azabı arttırdığı ifade edilir.[12] Zekât vermekle mükellef olan bir insanın zekâtının kabul edilebilmesi için kazancını helâl yollardan elde etme mecburiyeti vardır. Aksi hâlde, malî ibâdetlerinin hiçbir anlamı olmaz. Bu yaklaşım, insanı helâl kazanca mecbur eden son derece bağlayıcı bir unsurdur. Onun için Hz. Peygamber insanları, kazançlarının helâl olup olmadığı noktasında titizlik göstermeleri yönünde ısrarla uyarmıştır. Onun (s.a.) ifadesiyle “Helâl de bellidir haram da bellidir. Ancak, helâl ile haram arasında herkesin anlamada güçlük çektiği şüpheli şeyler vardır; (haramların yanı sıra) bu şüpheli şeylerden de kaçınan kimse dînini ve haysiyetini temize çıkarmış olur. Kim aldırış etmez bu şüpheli şeylere dalarsa harama düşmesi an meselesidir. Kim de yasak bir bölgenin çevresinde dolaşır durursa onun da o bölgeye girmesi an mesesidir. Her melikin yasak bir bölgesi vardır. Allah’ın yasak bölgesi de haramlardır.”[13] “Haramla beslenen vücut cennete giremez. O ateşe daha layıktır.”[14]

Bu hadise göre şüpheli kazançtan da sakınmak gerekir. Çünkü helâl de bellidir haram da. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse dînini, izzet ve şerefini korumuş olur.[15] Kazancının nereden geldiğine aldırış etmeyenleri Hz. Peygamber kınamaktadır.[16] Bütün bu nakiller, İslâmiyetin çalışıp helâl kazanç elde etmeye ne kadar önem verdiğini gösterir.

Hz. Peygamber insanları ticarete ve çalışmaya teşvik etmiş, en faziletli kazancın helâl ve şüpheli olmayan yollardan insanın bizatihi kendi eliyle çalışarak elde ettiği kazancı olduğunu belirtmiş, meşru yollarla yapılan her ticaretin makbul olduğunu söylemiştir.[17]

İslâm’a göre her meşru iş kutsaldır. Hz. Peygamber, hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğini vurgulayarak ekilen her bir ekinin, dikilen her bir fidanın verdiği üründen kuş, insan ve hayvanların yediğini, bütün bunların emek sahibine sadaka olarak yazıldığını söylemiştir.[18] Diğer bir rivâyette, çıkan her ürün karşılığında emek sahibine sevap yazılacağı ifade edilmektedir.[19] “Kim temiz/helâl kazancından bir hurma miktarınca tasadduk ederse -ki Allah sadece helâl kazançtan verilen sadakaları kabul eder- Allah onu güzellikle kabul eder, sonra onu sahibi için arttırır; atın yavrusunu büyüttüğü gibi onu dağ gibi büyütür.”[20]

Helâl kazanç elde etme bağlamında kazancın temin edileceği mesleklerin meşru olma zorunluluğunu da göz ardı etmemek gerekir. Hz. peygamber “Kazançların en kötüsü bağînin mihri/namusunu satarak elde edilen kazançtır.”[21] Diğer bir rivâyette bu tür bir kazancın habîs/pis olduğunu ifade etmiştir.[22]



04. 06. 2009

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 

***


[1] Buhârî, Buyû’ 15; Nesâî, Buyû’ 1] Ebû Dâvûd, Buyû’ 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 131, 132.

[2] Nesâî, Buyû’ 1.

[3] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IV, no. 4235, 4236.

[4] Buhârî, Vasâyâ 9, Cihâd 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikâk 7, 11.

[5] Buhârî, Vasâyâ 9, Cihâd 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikâk 7, 11.

[6] Hâkim, Müstedrek, IV, 341, no. 7846; Beyhakî, Şu’abu’l-îmân, VII, 263, no. 10248, 10250.

[7] Tirmizî, Zühd 21, 22; Dârimî, Rikâk 30; Ahmed b. Hanbel, IV, 188, V, 40, 43, 44, 47, 48, 49, 50.

[8] Mu’minûn, 23/51.

[9] Bakar, 2/172.

[10] Tirmizî, Tefsîr 2, 37; Dârimî, Rikâk 9; Ahmed b. Hanbel, II, 328.

[11] Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ, el-Fethu’r-Rabbânî Tertîbu Musnedi’l-imâm Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî maa Şerhihi Bulûğu’l-Emânî min Esrâri’l-Fethi’r-Rabbânî, Kâhira trs., XV, 4. (Dâru’ş-şihâb).

[12] Ahmed b. Hanbel, I, 387.

[13] Buhârî, İmân 39, Buyû’ 2.

[14] Tirmizî, Cumu’a 79; Dârimî, Rikâk 96; Ahmed b. Hanbel, III, 321, 399.

[15] Buhârî, İmân 39, Buyû’ 2; Nesâî, Buyû’ 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 271.

[16] Nesâî, Buyû’ 2.

[17] Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; Hâkim, Müstedrek, II, 12, 13, no. 2158, 2160.

[18] Buhârî, Hars 1; Müslim, Musâkât 8, 9, 12; Tirmizî, Ahkâm 40; Ahmed b. Hanbel, III, 147, 229, 243.

[19] Taberanî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IX, 14, no. 8987.

[20] Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23; Muslim, Zekât 63,64; Tirmizî, Zekât 28; Nesâî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28; Dârimî, Zekât 35.

[21] Müslim, Musâkât 40; Ahmed b. Hanbel, IV, 140.

[22] Müslim, Musâkât 41.

***

 
Yorum yapın

Yazan: Haziran 4, 2009 in • Hadis Yorumları

 

Yirminci Hadis/Mazlumun Bedduası!

20. Yirminci Hadis

 

عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعَثَ مُعَاذًا إِلَى الْيَمَنِ فَقَالَ:

“اتَّقِ دَعْوَةَ الْمَظْلُومِ فَإِنَّهَا لَيْسَ بَيْنَهَا وَبَيْنَ اللَّهِ حِجَابٌ”

İbn Abbas’tan nakledildiğine göre Peygamber (sav) Muaz’ı Yemen’e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle dedi: “Mazlumun bedduasından kork. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında hiçbir engel yoktur.”

[Buhârî, Zekâk 63, Cihâd 180, Mezâlim 30,35; Meğâzî 60]

 

Mazlumun Bedduası!

“Mazlum” ve “beddua” hadisin anahtar terimleridir. İyi bir şeyi talep etmek dua, kötü bir şeyi talep etmek bedduadır. Her ikisi de talep/istek olmakla beraber keyfiyetleri,  nitelik ve kategorileri farklıdır. Bir talebin dua ya da beddua vasfı kazanabilmesi için bu talebin küçükten büyüğe, zayıftan güçlüye, aşağıdan yukarıya[1] doğru cereyan etmesi gerekir. Diğer bir ifade ile talebin zayıf, güçsüz ve çaresiz olan kuldan, her şeye kadir olan Allah’a yönelik vaki olması gerekir. Talep ve ihtiyaçların Allah’a arzı anlamına gelen dua, aynı zamanda bir ibadet, bir kulluk ifasıdır.

Gerçek manada duanın amacı ihtiyacı Allah’a bildirmek, ilân etmek değil, O’na olan kulluğu izhar etmek, acziyet ve zayıflığı arz etmek suretiyle O Yüce makama yapılan bir müracaattır[2]. Nitekim Hz. Peygamber, duanın, bir hadîs-i şerifte ibadet[3], diğer bir hadis-i şerifte de, ibadetin/kulluğun özü[4] olduğunu ifade buyurmuştur. Dolayısıyla dua, aynı zamanda faziletli bir ibadettir[5].

Dua esnasında kul ile rabbi arasında hiçbir vasıta yoktur. Bu sebeple dua eden kimsenin gönlü sadece Allah ile meşgul olması gerekir. Dua edenin gönlü Allah’ın dışında herhangi bir şeyle meşgul olması durumunda, bu meşguliyet devam ettiği sürece o kişi gerçekte dua etmemektedir[6].

İnsanlar genellikle iyilik gördükleri insanlara dua ederler, Allah tarafından mükâfatlandırılmalarını isterler. Görülen bir iyilik sonucu gönüllerde hissedilen sevinç ve heyecan kişiyi hep hayır duaya yönlendirir. Bir iyilik karşısında sözlü olarak bir şey söylenmese bile, yaşanan veya beden dili ile yansıtılan memnuniyet hâli, bir nevi duadır ve her iyilik mutlaka karşılığını bulur.

İyilikler olduğu gibi kötülük ve haksızlıklar da karşılıksız kalmıyor. Dünyada veya ahirette er ya da geç mutlaka karşılığını bulacaktır.

İnsanlar, canları yandığında; haksızlığa, zulme ya da bir mağduriyete uğradıklarında karşı taraftan haklarını almak isterler. Zayi olan haklarını bizatihi alamayınca onu alabilecekleri bir makam, bir merci ararlar. Bazen hakkını alacak bir merci bulamayınca, bazen de suç ile ceza arasında dengesizlik olup verilen ceza mağduru tatmin etmeyince, işi Allah’a havale ediyor. Acziyetin de vermiş olduğu ezilmişlik duygusu ile Allah’a sığınır ve zalimin ilâhî makam tarafından cezalandırılmasını ister.

Beddua, hayır dua gibi bir talep olduğu için, Allah’a yönelik yapılan taleplerin kabulü, ister hayır olsun ister şer olsun, o an ki ruh hâline bağlıdır. İzutsu bu ruh hâlini “kişinin kendisini Allah’a duyurabilmesi” olarak ifade eder. Allah her an ve her yerde kulunu her hal ü kârda duyar ve işitir elbette. Fakat kabule, isticabeye mazhar olacak istek ve serzenişlerin ruh halleri farklıdır. Tabir caiz ise talep ile isticabenin örtüşmesi, aynı frekans alanına girmesi gerekiyor. İzutsu’nun dediği ‘duyurabilmekten’ maksat budur. Bazen öyle içten, öyle bir ruh hâli ile Allah denir ki böyle bir serzeniş karşılıksız kalmıyor. İçten gelen talepler ister müspet ister menfi olsun kabul görür. Bazen anında karşılık bulur. Bazen de zamanla kabul görür. Bazı talepler ya yakarış anındaki ruh hâli veya isteyenin yararına olduğu için, zamanla karşılık bulur.

Dualar, gönül coşkusu ve Allah’a kul olmanın mutluluğu bütün hücrelerde hissedilerek yapıldığında anında karşılık bulabiliyor.

Mağduriyet anları kişinin en zayıf ve Allah’a en samimi duygularla sığındığı anlardır. Böyle durumlarda Allah anılırken duyulan heyecan, O’na atfedilen güç ve beklentilerin harekete geçirdiği hisler dorukta olduğu anlardır. Mazlum ve mağdurun bedduası ile Allah arasında hiçbir manevi perde ve engel yoktur derken, Hz. Peygamber bu ince noktaya temas etmektedir. “Mazlumun bedduasından korkunuz!”un anlamı budur. O an mazlumun en zayıf anıdır. Zayıflığını hissedişinin zirvesindedir, Allah’a sığınma gereği ve hissinin de zirvesindedir. Kul bu denli yoğun duyguları nadir anlarda yaşadığı için isticabe ile talep örtüşür ve anında karşılık bulur.

Onun için mazlumun âhı ve bedduasından korkmak gerekir. Yoksa kendini Allah’a arz edip bu manada bir istekte, şikâyette bulunulduğunda hakkında beddua istenen kişinin akıbeti iyi olmaz.

Burada mazlumlara dokunmama, zayıflara zulmetmeme, onları koruma da söz konusudur. Hiç kimsenin zayıf insanları yalnız hissedip onları ezmeye, haklarını ellerinden almaya, zulmetmeye kalkışmaması gerekir.

İnsanoğlu eline geçirdiği gücü başkalarını ezmek ya da zulmetmek için kullanmamalıdır. Zulüm hakkın yerine tevdi edilmemesidir. Böyle olunca her insan her an zulüm işlemekle baş başa kalabilir. Örneğin baba olmak ve babalık makamı aslında manevi bir güç, bir otoritedir. Evlatlar için söz konusu olan bu makam ve otorite evlatlar arasında adaleti sağlamak için kullanılmalıdır. Baba bu otoriteyi çocuklarını ezmek, haklarını zayi etmek, aralarında adaleti sağlamamak, birini kayırıp diğerini dışlamak, ezmek şeklinde kullanırsa zulmetmiş olur. Annelik de evlatlar üzerinde bir güç, bir otoritedir. Evlatları üzerinde söz söyleme, onlara emretme, yönetme, haklarında karar verme, eğitme hak ve yetkisine sahiptir. Bu yetkilerini yerli yerince kullanmadı mı zulmetmiş olur.

Genelde anne-babaların duası veya bedduasından bahsedilir de çocukların anne-babalarına yönelik dua veya bedduasından bahsedilmez. Anne ve babaların çocuklarına yönelik dualarının müstecab olduğu hadislerde sıkça bahsedilen bir konudur. Ancak unutulmamalıdır ki çocukların da anne-babaları üzerinde hakları vardır. Bu hakların zayi edilmesi, yerine getirilmemesi bir sorumluluk ihlâlidir. Zulüm kapsamına girer. Zulüm kimden gelirse gelsin karşılıksız kalmaz. Anne babalar çocuklarına zulmeder ve çocuklar da döner anne-babalarına beddua ederlerse bu da karşılıksız kalmaz. 

Her sorumluluk bir güçtür. Öğretmenlik bir güç, bir makam, bir sorumluluktur. Bu görevi hakkıyla ifa etmemek, öğrencilerin hakkını zayi etmek, cahil bırakarak birtakım zarar ve kayıplara sebep olmak zulümdür.

Herhangi bir memurluk, bir devlet otoritesi bir makam ve bu makamın tevlit ettiği etkinlik bir güçtür, ammeyi ilgilendiren bir sorumluluktur. Bu görevin hakkını vermemek, vatandaşın işini görmemek, savsaklamak, böylece birtakım haksızlıklara, kayıplara vesile olmak bir zulümdür. Bütün bu zulümler sonucunda zulme, hak kaybına, mağduriyete uğrayan bir kimsenin yapacağı beddua karşılık bulur. Aslında Hz. Peygamber malumun bedduasından korkunuz derken, dolaylı olarak ‘sakın zulmedip de mazlumların bedduasına maruz kalmayın’ uyarısında bulunmaktadır.

İnsanın, eldeki gücün, makam ve imkânların birer imtihan vesilesi olduğunu hiçbir zaman unutmaması gerekir.

İslam insanı insan yapma, kendisine doğuştan verilen kabiliyetleri insanca kullanma eğitimi veren bir dindir. Allah her zaman mazlumun yanındadır ve O’nun (c.c.) gücü üzerinde hiçbir güç yoktur. İnsan hareket ederken bu gerçekleri göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Basit menfaatler uğruna dünya ve ahiretini mahvetmemesi gerekir.

Siz siz olun, sakın kimseye zulmetmeyin! Kalın sağlıcakla!…

***

10. 01. 2009

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 

***

 

 


[1] Bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 662.

[2] Elmalılı, age., I, 665

[3] Tirmizî, Tefsîr, Sûre (2) 16, 40; İbn Mâce, Dua 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 268, 271, 276.

[4] Tirmizî, Duâ 2.

[5] Elmalılı, age., I, 666.

[6] Bk. Elmalılı, age., I, 666.

 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 10, 2009 in • Hadis Yorumları

 

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN’ın Kişisel Sitesi

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN’ın Kişisel Sitesi

 
Yorum yapın

Yazan: Aralık 31, 2008 in Genel

 

Gündem/Kurbanı Anlamak!

 

Kurbanı Anlamak!

 

‘Kurban’ kelimesi, sözlükte ‘yakın olmak’ anlamına gelen ‘kurb’ kökünden türemiş dînî bir kavramdır. Sözlükte ibâdet ve yakınlık mânâsına gelen[1]; ancak, ‘kendisiyle mânen Allah’a yaklaşılan her hayır ve itaat’i ifade eden ‘kurbet’ kelimesi ile ‘kurban’ kelimesi aynı kökten türemiştir.[2] Dolayısıyla ‘kurban’, ‘mânen Allah’a yakınlık vesilesi olan şey’ demektir[3].

Bir hadîs–i şerifte de, “Namaz, bütün müttakîlerin kurbanıdır.”[4] buyurularak, namaz kulu Allah’a yakınlaştıran en önemli ibadetlerden olduğu için kurban olarak ifade edilmiştir. Çünkü takva sahipleri, namazla sadece Allah’a yakın olmayı murad ederler[5].

Görüldüğü gibi Allah’a yakın olabilmenin çaşitli yolları vardır; bu yollardan biri de kurbandır.

Kurban kesmenin amacı mahzâ takarrub/taabbud, yani Allah’ın rızasını ummak ve O’na yakın olmaktır. Kurban kesmeye yönelten tek sâik Allah’ın emrini yerine getirmek, rızasını elde etmek ve bu vesileyle lutfuna, mağrifretine mazhar olmaktır. Zaten bunun dışında güdülen bütün maksatlar O’nun katında makbul değildir.

Yüce Allah, kullarının ne kurbanına ne de başka bir fiiline muhtaçtır. Tamamen insanların yararına olan bu eylemin Allah’a izafe edilmesi ise, bu tür eylemlerin O’nun emri ile yerine getirilmiş olmasındandır; bunlar O’nun yüceliğini, ilâhlığını ve rablığını kabul etmenin bir ifadesi olduğu içindir. Yüce Allah’ın mahzâ insanların yararına olan kulluk eylemlerini kendine izafe etmesinin hikmeti, O’nun emrine imtisâlen yerine getirilmiş olmaları ve gönül hoşluğu ile gerçekleşmelerini temin etmektir. ‘Allah için’ denmese ve O’nun rızasını kazanma hedefi olmasa ve karşılığında ebedî ve mutlu bir hayattan ibaret olan cennet vaat edilmeseydi, kim yapardı bu eylemleri?!.

İslâm tevhîd dinidir. Kurban da tevhîdin nişanesi, onun bir başka şekilde ifadesidir. Adına kurban kesmeye yegâne layık varlığın Allah olduğunun bir göstergesidir.

Hayvanları keserken yalnız Allah’ın adının anılması, Allah’tan başkası adına kesilen ve sadece Allah’ın adının anılmadan boğazlanan hayvanların etlerinin haram kılınması, bu dînin hayatın tamamını şirkin etkilerinden arındırmaya verdiği önemi ifade eder. Sadece düşünce ve vicdanı arındırmakla yetinmediğini gösterir. Çünkü bu dîn bütün ilkeleri, amaçlarıyla tevhîd dînidir.

Kurban bir ibadet şekli, Allah’ı anmanın bir başka yoludur. Temel amaç Allah’ın emrini yerine getirmek, O’nun rızasını kazanmak olmakla beraber, kurbanın hem kesene, hem diğer insanlara büyük yararları vardır. Her şeyden önce kurban kesilebilecek hayvanlar, Allah’ın insanlara bahşettiği birer rızık vasıtalarıdır. Sütlerinin yanı sıra etlerinden de yaralanılmaktadır. Kurban edilmeleri dışında sırf et için binlerce hayvan kesilmekte ve toplumun et ihtiyacı karşılanmaktadır. Burada insanoğluna düşen görev, söz konusu hayvanları hem yaratan, hem etlerinin yenmesini helâl kılan Rablerine şükretmektir. Dolayısıyla kurban aynı zamanda haram ve helâl kılma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunun bir ifadesidir.

Kurbanı bir mânâda, yoksullara yardım etmenin ibadetleştirilmesi’ olarak algılamak da mümkündür. “Bu hayvanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de sıkıntı içinde bulunan yoksullara yediriniz.”[6] âyetinde bunu açıkça görmek mümkündür.

Kurban bayramında kurban olarak kesilen hayvanların etinden yenmesine ilişkin emir, bu etten yemenin serbestliğine işaret etmek ya da yemeye teşvik etmek amacına yöneliktir. Ancak fakiri doyurmaya ilişkin emrin yerine getirilmesi, bir zorunluluk ifade eder.

Kurban hakkında Kur’an’ın birkaç âyeti şöyledir:

“Büyükbaş hayvan kurban etmeyi de Allah’ın size emrettiği ibâdet biçimlerinden saydık. Onlar size çeşitli yararlar sağlarlar. Ön ayaklarını bağlayarak onları boğazlarken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yan üstü düşüp öldüklerinde etlerinden hem kendiniz yiyiniz hem de isteyene ve istemeyene yediriniz. Şükredesiniz diye o hayvanları böylece yararınıza sunduk.”[7]

“Gelsinler de çeşitli yararlarını gözleri ile görsünler ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belirli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Bu hayvanların etinden hem kendiniz yiyiniz, hem de sıkıntı içinde bulunan yoksullara yediriniz.”[8]

“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!”[9]

Görüldüğü gibi âyetler kurban kesilirken Allah’ın adının anılmasını öncelikle vurgulamaktadır. Çünkü kurbandan maksat Allah katında kurbiyet kazanmaktır.

Kurban bir takvâ eğitimidir. Kesilen kurbanın ne eti ve ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan sadece amaçlar, sâlih ve samimi niyetler, yani takvâdır. Yoksa kesilen etin tamamını yine insanlar tüketmekte, ailesi kalabalık olanlar tasadduk etmeden tamamını tüketebilmekte, bununla beraber aynı oranda kurban kesme sevâbına nail olabilmektedir. Bu, bir şeyi, bir fiili Allah için ve Allah’ın emriyle yapabilme, maldan feragat etme/edebilme eğitimidir.

Takvâ; Allah’tan korkmak, O’na karşı saygısızlık yapmaktan sakınma azmi ve duygusu içinde olmaktır. Takvâ duygusunun barındırdığı korku, bir ihlâl sonucu gelecek cezanın vereceği elem düşüncesinden ziyade, Allah’ın sevgisini kaybetme endişesinden kaynaklanır. Diğer bir ifade ile takvâ, eleme dayalı değil, sevgiye dayalı bir korkudur. Kaynağı sevgidir, sevgiden mahrum kalma endişesidir. Bu yüzden takvâ; kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler, gönüller onunla beslenir, onunla güçlenir, onunla aydınlanır. Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı yalnız takvâdır.

Öyle insanlar vardır ki varlığını tümü ile yüce Allah’ın rızası uğruna kullanır, hiçbir şeyini geriye bırakmak istemez, Hz. Ebûbekir gibi. İşinde ve çalışmasında şahsını asla hesaba katmaz. Çünkü Allah’ta fâni/yok olmuştur, bütünü ile O’na yönelmiştir.

Kurban, Allah’ın sevgili kulları Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail’in Allah’a en zirve teslimiyetlerinin ve Hz. İsmail’in fidye ile kurtuluşunun anısıdır.

Kurban Allah’a sadakatin en güzel örneğidir. Kurban bir cömertlik testidir.

“Allah’ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah’a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[10]

Kurban aynı zamanda bir dostluk sınavıdır. Hz. İbrahim, “Rabb’im bana iyilerden olacak bir çocuk ver.”[11] diye rabbinden bir istekte bulunmuş, Yüce Allah da, her şeyden soyutlanıp temiz bir kalp ile kendisine yönelen sâlih kulunun duasını kabul etmiştir.

“Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.” “Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün bakalım ne dersin?’ Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.”[12]

Oğlu çocukluktan kurtulup onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde, ona tam alışıp biricik oğluyla huzur bulduğu anda Hz. İbrahim rüyasında oğlunu boğazladığını gördü. Bu rüyanın Rabbinden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anladı. Çünkü o bir peygamberdi ve peygamberlerin rüyaları doğruydu; rahmaniydi; hakikatti. Bu yüzden Hz. İbrahim tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez. Tam bir teslimiyet içinde bir işaretle aldığı emri yerine getirmeye koyulur. Hz. İbrahim’in bu teslimiyeti karşısında yüce Allah’ın merhameti yetişir:

“Biz ona `İbrahim’ diye seslendik. `Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten bu apaçık bir imtihandı. Ve fidye olarak ona büyük bir kurban verdik.”[13]

Amaç Hz. İbrahim’in teslimiyetini ölçmek, onu gelecek nesillere örnek olarak sunmaktı. Dolayısıyla imtihan bitmiş, hedefler gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmış, sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah’ın imtihan etmedeki hedefi insanların canını yakmak değildi elbet. Onun buna ihtiyacı yoktur. Bu yüzden Hz. İbrahim’in bu teslimiyeti, emri yerine getirmiş sayılmasına yetmiştir.

Kurban en sevdiğinden Allah’tan yana feragat edebilmektir. Hz. İbrahim bunun en güzel örneğini vermiştir.

Hz. İsmail’in kurban edilmesi hadisesinde, “Allah bir insanın kendisine kurban edilmesini ister mi?” sorusu akla gelebilir. Aslında Yüce Allah’ın bu ve buna benzer hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Peki, o zaman Hz. İbrahim’den istenen şey neydi? O talep gerçek değil miydi? Evet, o talep bir sınav talebiydi; sevgi sınavı!.. Geçmiş de dâhil, o ana ve son peygambere kadar yüce Allah’ın insanı kurban etmek gibi bir talebi, bir emri olmadığına göre, bu bir sınav talebiydi. Yoksa Yüce Allah gerçekte insanın kurban edilmesini isteseydi Hz. İsmail’in kesilmesine müsaade ederdi.

Daha sonra Hz. İbrahim oğlu ile birlikte, “Ey Rabb’imiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibâdet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin ve çok merhametlisin.”[14] diye dua etmiştir.

 Hacda kesilen kurbanın apayrı nişaneleri, sembolik yönleri vardır. Çünkü hacda yerine getirilen özel ibadet ve şeâirin temel gayesi kalplerde takvâ duygusunu uyandırmaktır. Zaten hac mevsiminde yerine getirilen özel ibâdetler ve şiarlar Kâbe’nin Rabbine yönelişten, O’na itaat etmeyi somutlaştıran sembolik davranışlardan başka bir şey değildir. Bu davranışlar özünde Hz. İbrahim’den bu yana yaşanan anıları barındırmaktadır; Allah’a teslimiyet ve yönelişin anılarıdır. Kurban da bunlardan biridir.

Namaz kılmak da kurban kesmek de Allah’a samimiyetle yönelişin bir göstergesidir. “Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”[15] emri bunun ifadesidir.

Kurban, “Rabbim! Gerektiğinde senin için, sen emrettiğin için senin uğrunda canımı bile feda edebilirim.” duygu ve inancını canlı tutma eğitimidir.

Kısacası, Kurban bir feragat eğitimidir.

Kurban aynı zamanda bir merhamet eğitimidir.

03.11.2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***

 


[1] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305 ,I, 424.

[2] İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, Beyrut  trs., I, 665.

[3] Âsım Efendi, age, I, 425.

[4] Ahmed b. Hanbel, III, 321, 399.

[5] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, Beyrut, trs., IV, 32.

[6] 22/ Hac, 28.

[7] 22/Hac, 36

[8] 22/Hac, 28.

[9] 22/Hac,37

[10] 3/Âl-i İmrân, 180.

[11] 37/Saffât, 100.

[12] 37/Saffât, 101-102.

[13] 37/Saffât, 104-107.

[14] 2/Bakara, 128.

[15] 108/Kevser, 2.

 
Yorum yapın

Yazan: Aralık 3, 2008 in GÜNDEM