RSS

Aylık arşivler: Ocak 2008

Onikinci Hadis/İslam’da Haset Etmek Yok, Sadece Gıpta Vardır

Onikinci Hadis

  

‏”لاَ حَسَدَ إِلاَّ فِي اثْنَتَيْنِ رَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالاً فَسَلَّطَهُ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الْحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ حِكْمَةً فَهْوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا ‏”‏‏.‏

“(İslam’da) başkalarına haset etmek yoktur, sadece iki kişiye gıpta edilebilir: Allah’ın kendisine mal verip de onu en uygun yerlerde harcama imkânı ve yetkisi verdiği kimseye; bir de, Allah’ın kendisine hikmet/ilim/Kur’an bilgisi verip de onu hayatına tatbik eden ve başkalarına öğreten kimseye.”

[Buhârî, İlim 15]

 

İslam’da Haset Etmek Yok, Sadece Gıpta Vardır

Haset”, “mal sarfiyatı” ve “hikmet/ilim”, hadisin anahtar terimleridir.

Âlimler, ‘başkasında bulunan bir nimetin kendisinde de olmasını istemek’ anlamına gelen hasedi; biri hakiki, diğeri mecazî olmak üzere iki kısma ayrıldığını ifade etmişlerdir.

Hakiki manada haset; ‘bir şahsın, bir başka şahsın elindeki nimetin yok olmasını ve o nimetin sadece kendisinde bulunmasını istemesi’dir.

Mecazî manadaki haset ise; ‘bir şahsın, bir başka şahsın elindeki nimetin yok olmasını istemeksizin, aynı nimetin kendisinde de olmasını istemesi, arzulaması’dır. Buna gıpta denir.

Hakiki manadaki haset, manevî bir hastalıktır. Tedaviye ihtiyacı vardır. Manevî hastalıkların tedavisi ise samimi duygularla Allah’a yönelmek, ibadetlere sarılmak; bol bol dua etmek, Allah’a sığınıp günahlardan tövbe etmek ve bütün yollara tevessül ederek manevî duyguları daha da güçlendirmekle olur.

Hakiki manadaki haset haramdır, dinde yasaklanmıştır. Gıpta etmek ise caizdir. Hatta toplumların daha da ilerleyip medeniyetlerin inkişafı için müstehaptır da denebilir. Çünkü insanlar başkalarının güzel işlerini görüp heveslenir, onları örnek alarak aynısını yapmaya çalışır. Bu güzel bir şeydir.

Başkasında olanı arzulamak düşmanca bir tavra dönüşmemesi için gıpta noktasında kalması son derece önemlidir.

Gıpta ile haset, başlangıç noktaları aynı fakat sonuçları farklı olan iki eylemdir. İkisinde de başkasında olan bir nimetin, bir hasletin, güzel bir başarının kendisinde de olmasını istemek, temenni etmektir. Ancak bu temenni başkasının elindekinin yok olması arzusuna dönüşmemelidir. Başkasında olan nimetin yok olmasını istemeksizin aynı şeyi arzulamanın ve aynı nimetten elde etmek için gayret sarf etmenin övgüye değer yönü, iyiye ve güzele yönelmektir.

Hasedin temeli kıskançlık, gıptanın temeli ise özentidir. Başkasına zararı olmaksızın güzel bir şeye özenmek dinimizin teşvikleri arasında yer alır. İttaba ve örneklik, özenti ile başlar. Peygamberlere, salih insanlara, güzel iş yapanlara özenmek, onları örnek almak İslamî bir davranıştır.

Hadisin üzerinde durduğu iki husus daha vardır. Biri yüce Allah’ın mal verip de o malı meşru ve hayır yerlerde harcamak; diğeri de, ilim verip o ilim doğrultusunda yaşamak, aynı zamanda o ilmi başkalarına da öğretmektir.

Mal sahibi olmak güzel bir şeydir. Fakat unutmamak gerekir ki sahip olduğumuz her şey gibi, mal da bir sınav aracıdır. İnsan genel tabiatı itibariyle nankördür, elindeki malın bir emanet olduğunu unutur veya hatırlamak istemez.

Bir mala sadece sahip olmak yetmiyor; onu elde ederken kazanma yollarının meşruluğuna ve bizatihi malın helâl olmasına özen göstermek gerektiği gibi, onu elde ettikten sonra nerelere, kimlere, nasıl, ne kadar ve ne şekilde harcanacağına özen göstermek, hesabını iyi yapmak, herkese hakkını vermek de gerekiyor. Bunu başarmak pek de kolay değildir elbette. Hem bilgi, hem hassasiyet ister. İnsanlar genellikle belli bir mala sahip olduktan sonra hem cimrileşir, hem dünyevîleşir. Kendisini müstağnî görür. Artık ona kimsenin zarar veremeyeceğini, malı onu koruyacağını, kimseye muhtaç olmayacağını sanır. Herkesi farklı görmeye, ‘ben çalıştım kazandım, başkaları da çalışsın kazansın’ havasına girer. Fakirleri, yoksulları hor görmeye başlar. Nefsine gurur, kibir hâkim olur. Onun için ‘her nimetin bir de külfeti var’ demişlerdir. Herhalde bu ifade ile söz konusu sorumluluk ve hassasiyetleri kastetmişlerdir.

Servet ile beraber, mal sahiplerinin ayrıca erdemliğe, ahlâka, irfana da ihtiyaçları vardır. Mal sahibi olmaya gıpta ederken onu en iyi şekilde harcama başarısına da gıpta etmek gerekir. Bir yoksulu yedirmek, içirmek, giydirmek; bir talebe okutmak, adam etmek; hastane, okul, yol, köprü yapmak/yaptırmak, işyeri açmak, fabrika kurup işçi çalıştırmak, birkaç aileye ekmek kapısı olmak… Bunların hepsi gıpta edilecek hususlardır.

Diğer bir husus hikmet/ilim sahibi olmaktır. Arapça bir kelime olan hikmet, حكم /h-k-m kökünden türetilmiştir. Fiil olarak herhangi bir konuda hüküm vermek, yargıda bulunmak anlamına gelir. ‘Hikmet’in kelime anlamı; ‘eşyanın hakikatine/künhüne bilgi yoluyla vakıf olmak, en iyi bilmek’tir. Tarihte kimya ve tıp ilmine ‘hikmet’ denildiği de olmuştur. Türkçede tıp doktoruna ‘hekim’ denilmesinin bir nedeni de bu olsa gerektir. Aynı kökten gelen ‘hakîm’ kelimesi ise filozof anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla hikmet, ‘derinlemesine bilgi sahibi olmak’ anlamına geldiği gibi, yine bilgi yoluyla ‘eşyanın hakikatine vakıf olma melekesi’ anlamına da gelir.

Aslında ilim de bir emanettir. İlme karşı ilk sorumluluk ilim sahibinin bizatihi kendisi ilmiyle âmil olması, sahip olduğu ilmin ışığında yaşamasıdır. İkinci sorumluluk da, onu başkalarına öğretmektir.

Hadiste hikmet olarak ifade edilen sözcük başka hadislerde ‘Kur’an bilgisi’ olarak geçer. Genel olarak ifade etmek gerekirse burada ‘hikmet’ kelimesi ile kastedilen Kur’an bilgisidir. Kur’an bilgisine sahip olup da samimi bir şekilde hayatiyetini onun ilkeleri çerçevesinde sürdürmek, ayrıca bu ilmi başkalarına da öğretmek, gıpta edilecek bir husustur. Hadis bir nevi bize özenilmesi, gıpta edilmesi, elde edilmeye gayret sarf edilmesi gereken hususları belirtmektedir. Bize düşen bu hususları öğrenmek, onlara özenmek ve o uğurda gayret sarf etmektir.

Gıpta edilecek eylemler peşinde koşmamız dileğiyle kalın sağlıcakla…

***

10. 01. 2007

Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***

 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 18, 2008 in • Hadis Yorumları

 

Hicretin Düşündürdükleri!

Hicretin Düşündürdükleri!

Hicret kelime olarak bir yerden başka bir yere göç etmek, ana yurdundan ayrılıp başka bir yeri yurt edinmektir kısaca.

Tarihî bir vak’a olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin 13’üncü yılının 1 Muharrem (16 Temmuz) 622 tarihinde gerçekleşen hicret, başkalarına hiçbir zararı olmayan, sadece inandıklarını yaşamak isteyen bir avuç Müslümanla Hz. Peygamber’in (s.a.v.), her şeyleriyle beraber anayurtları Mekke’yi terk edip inandıklarını yaşayabilecekleri Medine’ye göç etmeleri hadisesidir.

Hiç kimse doğup büyüdüğü, çocukluk hatıralarının geçtiği yeri, eşini dostunu, akrabasını, mal varlığını bırakıp başka bir yere gitmek istemez. Fakat yaşam hakkı tanınmaz, bütün değerleri elinden alınır, zulüm ve işkence görürse, onun yapacak başka bir şeyi yoktur.

Hicret hadisesi, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Bu kutlu yolculuk Müslümanların, müşriklerin zulmünden kurtulmalarına yol açmış, İslâm’a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının, toplumun tevhide yönelişinin başlangıcı olmuştur.

Hicreti anlayabilmek için öncelikle hayata nereden ve nasıl baktığımıza, ona ne anlam yüklediğimize; yani hayat felsefemize bakmamız gerekiyor. Bir şeye nasıl ve hangi açıdan bakarsak onu öyle algılar, öyle anlarız. Herkesin hayata bir bakış açısı, bir hayat felsefesi vardır; hayatı ve olayları o bakış açısına, o felsefeye göre algılar ve anlamlandırır. Fakat bunu yaparken insanoğlu varlığın ve hayatın değişmeyen birtakım gerçeklerinin bulunduğunu hesaba katmaz. Hicreti doğuran sebepler, müşriklerin hayatın o değişmeyen gerçeklerini görememeleri, her şeyi sadece dünyadan ibaret sanıp üç beş Müslümana hayatı zindan etmeleri, onlara hayat hakkı tanımamaları olmuştur.

Sorun neydi?!. Sorun, kurulan menfaat odaklı yaşam düzeninin bozulma endişeydi elbet. Putlara tapmak bu düzenin sürmesini sağlayan mekanizmanın adıydı, işin bahanesiydi; putlar da bu düzenin ayakta durmasını sağlayan mevhum güçleri!.. Bilinen o ki kabulleri ve yapıp etmeleri doğru olduğuna inanan ve bir de bir şey kaybetme endişesi taşımayan kimselerin hakikatlerden korkma gibi bir endişeleri olmaz.  

Aslına bakılırsa yeni gelen peygamber onlardan çok fazla bir şey istemiyordu. Onlardan, Kelime-i tevhid olarak ifade edilen yüce Allah’ın (c.c.) birliğini ve Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) elçiliğini kabul etmekti istediği. Özü; “(Resûlüm!) de ki: «Ey kendilerine kitap verilenler, gelin aramızda ortak bir kelimede birleşelim: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şey ortak koşmayalım ve Allah’tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmesin!..».[1] âyetinde saklıydı.

Bütün kavga bu kadar kolay bir mesele için miydi? Evet, görünürde basitti; fakat onların hayata bakışlarının yönünü bütünüyle değiştirecek, hayata yeni anlam kazandıracak bir kabulün çekirdek ifadesiydi bu. “Lâilâhe illellâh” demek, hayata tevhit penceresinden bakmak, günlük ve sosyal hayata vahiyle yön vermek, doğru ile yanlışın kıstasını vahyi ve Allah resulünün sünnetini kabul etmek, insanlara eşit bakmak; kadın-erkek, hür-köle ayırımı yapmamak, doğuştan bütün insanların eşit doğduğunu kabul etmek, zulme son verip adâleti esas almak, adâlet ölçülerini vahye göre belirlemek, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmemek, zina yapmamak, herkese hak ettiğini ve hakkını vermek, insana kul olmaktan kurtulup gerçek efendiye, Allah’a kul olmak; Allah’a kul olarak gerçek hürriyete kavuşmak… anlamına geliyordu. Aslında hicretin anlamı da buydu. Bütün bunların hayata dönüşmesi için hicret etmişlerdi onlar.

Mekke müşrik toplumu için bunları kabul etmek pek de kolay değildi. Toplumu sömüren, ezen elit bir tabaka vardı ve bunlar kendilerini diğer insanlarla eşit kabul edemiyorlardı. Toplum üzerinde kurdukları tahakküm ve sömürü düzenini, kendi fikirlerini üzerlerinden dillendirdikleri sahte tanrılar, hiçbir şeye gücü yetmeyen putlar yoluyla ayakta tutuyorlardı. Bütün bunlardan vazgeçmek kolay değildi elbet. O halde kendilerince yapılması gereken, insanlara tahakküm etme enstrümanlarını ellerinden almaya namzet bu insanlara yaşama hakkı tanımamaktı.

Hâl böyle olunca inandıklarını yaşama imkânı bulamayan bir avuç Müslüman, kurtuluşu başka yere göç etmede, ana yurtlarını terk etmede buldular.

İnsan manevî değerleriyle, imanı ve inançlarıyla vardır; onlarla insandır. Manevî değerleri yaşatmanın maddî karşılığı yoktur. Bunun en güzel örneğini Süheyb b. Sinan’da (r.a.) görüyoruz. O da hicret etmek için yola çıkmış; fakat Kureyşliler yolunu kesmişlerdi. Ona yolculuğuna müsaade edip kutlu yolun yolcusunun kervanına katılmasını istemiyorlardı. O ancak bütün servetini Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam edebilmişti.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’ye geldiğinde, orada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeline dayalı bir antlaşma imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm’ın Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler içinde olmaya ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Yine kutlu Nebî (s.a.v.), Mekke’den gelen göçmenlerle/Muhacirlerle Medineli Müslümanlar/Ensar arasında tarihte örneği görülmemiş bir kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medineli Müslümanlar mallarının yarısını muhacir kardeşlerine vermişlerdi. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine kurulmuş oluyordu. Netice itibarıyla hicret, ilk Müslümanların sıkıntılı günlerinden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplumsal bir hayata kavuşmalarına vesile olmuştu.

Hicret birçok peygamberin maruz kaldığı tarihi bir gerçekliktir. Örneğin, Hz. İbrahim bütün gayret ve çabalarına rağmen kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını görünce, küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için ana yurdunu terk ederek hicret etmişti[2]. Bu manada hicret, aynı zamanda yalnız Allah’a kulluk etmenin yollarını arama teşebbüsüdür, denebilir.

Şartlar tahakkuk ettiğinde hicret farz vacip veya sünnet hükmünde olabilir. Fakat her hâl ü kârda var olan asıl hicret, nefsî arzulardan uzak durmak, Allah’ın yasaklarından kaçınmaktır. Hz. Peygamberin ifade buyurduğu gibi, “Asıl muhacir Allah’ın yasaklarından kaçınandır.”[3]

Bugün bütün çabalarına rağmen inançlarını yaşayamayanlar, çevrenin etkisiyle çocuklarının inanç ve ahlâkına sahip olamayanlar daha iyi başka bir yere hicret edebilirler/etmeliler. Bu bazen apartmanı, bazen, mahalleyi, bazen de şehri değiştirmek şeklinde olabilir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Hicret değişim ve gelişimin adıdır; Statükodan kurtulup yeniliğin önünü açmaktır.

Hicret tek Allah’a inanmanın, putlara tapıcılığı terk etmenin, insanları hürriyetlerine kavuşturmanın, gerçek hürriyete yelken açılan kutlu yolculuğun adıdır.

Hicret adalete giden yoldur. Haksızlık ve zulmü sona erdirmenin, insana insanca muamele etmenin adıdır.

Hicreti bir de Necip Fazıl Kısakürek’in dizelerinden okuyalım:

HİCRET 

Mekke’yle Medine arası yollar; 
Çizik çizik, hasret arası yollar. 
Vardığı her nokta yine başlangıç; 
Gitgide Allah’a varası yollar. 
Mekke’yle Medine arası yollar. 

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin, 
Yalnız iki çift nurdan güvercin. 
Bunlar iki dostun ayakları ki, 
Yolları göklere bağlayan perçin. 
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin. 

Hicret, yurtdışında aranan destek 
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek; 
Merkezi dışardan sarmaktır murad, 
Merkezi çevreden fethidir istek. 
Hicret, yurtdışında aranan destek. 

İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber, 
Ufukta, varılmaz gâyeden haber. 
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye, 
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber. 
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber. 

Ayakta, Medine Müslümanları, 
İslâm’ın “Yardımcısı” kahramanları… 
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ 
Malları, canları, hânümanları… 
Ayakta, Medine Müslümanları.

Necip Fâzıl KISAKÜREK 


[1] Âl-i İmrân, 3/64.

[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1437.

[3] İbn Hibbân, Sahîhu İbn Hibbân, th., Şuayb el-Arnâvud, Beyrut 1993,  I, 467, no. 230.

 

 

 

 

[13.01.2008]

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 14, 2008 in GÜNDEM

 

Din Duygusu Ve İnsan

TRT 1 Cuma Sohbeti Programı İçin Çekimi Yapılan Konuşmanın metni

Çekim Tarihi: 12. 06. 2002

Din Duygusu Ve İnsan

Gerçek din, akıl sahiplerini, kendi hür iradeleriyle, en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilâhî kurallar bütünüdür. Dinin gayesi, insanları, dünya ve âhirette mutlu yapmaktır. Dinin kurucusu Allah, muhatabı akıl sahipleri, anlatanı da peygamberlerdir.

Kutsal bir değer olan din, insanla doğmuş ve tarih boyu onunla yaşamıştır. İlk insanın, aynı zamanda ilk peygamber olması, dinin, insanı tamamlayan bir unsur olduğunu ve ondan ayrı olamayacağını gösterir. İnsan, fert olarak da, toplum olarak da, dine muhtaçtır. Tarihin hiçbir döneminde, din duygusu taşımayan topluluğa rastlanmamış, tarih boyu bütün toplumlarda daima var olagelmiştir. Bundan böyle de var olacaktır. Zira insanın, din olmadan insanlığını tam olarak gerçekleştiremeyeceği, ilmî bir gerçektir. Bunun aksini düşünmek ise, insan gerçeğini göz ardı etmek demektir. Bunun sebebi, dinin fıtrî olmasıdır.

İlkel insandan çağımız insanına kadar, her devirde, insanın iç yapısını tanzim eden, onu sonsuza uzanan hayata bağlayan en önemli faktörün din duygusu olduğu bir gerçektir. Çünkü insan hayatı hep neşe, sevinç, başarı ve sağlıkla geçmemektedir. Sıkıntı, darlık, yokluk, başarısızlık, hastalık ve buna benzer çeşitli olumsuzluklar da kaçınılmazdır. İnsanın bu olumsuzlukları yenmesi, tevekkül ve sabır göstermesi, ancak kendinden daha güçlü bir varlığın olduğuna inanması, ona sığınması ve O’ndan yardım dilemesi ile olur. Böylece, ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmez.

Din, insanın ahlâkîleşmesi, yani insanîleşmesi için vardır. Hedefi ise, insanı her yönüyle, “insân-ı kâmil”  olgunluğuna ulaştırmaktır. Onun için din, insan içindir ve insanlık için vazgeçilmez bir unsurdur.

Dinin öncelikle düzenlediği ilk alan, insanın Allah ile kurduğu ilişkiler alanıdır. İnsanın bir de kendi cinsleri ve fiziki çevresiyle girdiği ilişkiler vardır; ve din, bu ilişkilerin de nasıl olacağını belirler. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır. Karşılıklı birtakım kurallara uyma mecburiyeti vardır. İnsanlar arasında insanî bir hayatın tesisi için gerekli olan nizam ve düzen; din, ahlâk ve hukûkun koymuş olduğu değerler ile sağlanabilir. Günah, ayıp ve yasak gibi değerler, insan hayatını disipline ve sistematize eden önemli unsurlardır. Sosyal barış ve huzuru sağlamak, bu sayede mümkündür. Zira olgu ve hadiseler hakkındaki bilgileri, bilim; olması gereken veya değerler dünyasıyla ilgili ilk bilgi kaynağımız da, dindir.

Şunu açıkça söyleyebiliriz ki; din, lüzumlu bir müessesedir ve dinsiz insan olamaz. Her insan, mutlaka bir şeye inanmıştır ve her zaman bir arayış içerisinde olmuştur. Hak’tan uzaklaşmış olan insanlığı, tekrar Hakk’a yöneltmek için de, son din olan İslâm gönderilmiştir.

İnsanoğlu için, belki de; sevgisizlik, yalnızlık ve hiçlik duyguları kadar elem verici bir durum mevcut değildir ve ancak Allah inancı, din duygusu, ebediyet ümidi ve inananlarla beraber olmak bu durum için mutlak bir çare olur.

Esasen din, ruh sağlığı bakımından da önem taşıyan bir olgudur. Çünkü din, insanın sıkıntıları ve özellikle de modern dünyanın karşı karşıya bulunduğu önemli bir psikolojik problem olan strese karşı dikkate değer bir ruhsal huzur kaynağıdır. Ancak burada, baskılı ve ürkütücü din eğitiminin, şahsiyet gelişmesi ve ruh sağlığı yönünden olumsuz sonuçlar doğurduğunu da unutmamak gerekir. Bu bağlamda, aileden itibaren en yüksek kurumuna kadar, din eğitiminin, Kur’an’da zikri geçen sevgi, hikmet, güzel öğüt ve müjdeleyip nefret ettirmeme ilkelerine dayanması gerektiğini de önemle vurgulamak gerekir.

Dinî inanç ve uygulamaların, ibâdet ve dinî törenlerin toplum dayanışmasını güçlendirici rolleri bulunduğu gibi toplumsal düzenin korunmasını sağlayıcı, muhafazakar fonksiyonu da vardır. Bu yönü ile dinî değerler, toplumda en önemli bir sosyal kontrol görevini üstlenirler. Dindeki sevap-günah ve helal-haram gibi değerler, bir çok durumlarda toplumdaki ahlakî değerlerin temel ölçütlerini oluştururlar. Aynı şekilde din, kişi ve topluma, içinde yaşanan dünyaya ve hayata bir anlam kazandırma fonksiyonu da görür ve böylece, onların dünya görüşleri ve hayat anlayışlarının şekillenmesinde önemli görevler üstlenir.

Dinin ayrıca yaratıcı fonksiyonları da vardır. Bu nedenle, sosyal kurumlar arasında tamamlayıcı bir görev ifa ederler. Kişisel ve toplumsal kimliklerin korunmasına da büyük oranda katkı sağlar.

Dindışı yaşantıların hakim olduğu bir toplumda; cinayetler, gasp ve rüşvetler, hırsızlıklar, çeşit çeşit kötülükler yaygınlaşır. Her şeyi madde ile değerlendiren kişilerde, insanı insan yapan mânevî değerlerin, ahlâkî güzelliklerin hayat bulması düşünülemez. Böyle bir ortamda hoşgörü, karşılıklı sevgi, saygı, insanî ilişkiler ve kardeşlik duygularının serpilip gelişmesi hayal bile edilemez.

Az önce zikrettiğimiz tespitlerden de anlaşılacağı gibi, insanın fıtratında mevcut olan din duygusu, fert ve toplumların; barışık yaşamasını, karşılıklı yardımlaşmasını, hoşgörülü olmasını ve netice itibariyle aralarında menfaate değil, çok üstün değerlere dayanan bir kardeşliğin oluşmasını sağlar.

Bu konuda, İslam dini, çok mükemmel prensipler getirmiş, din kardeşliği bağını, en üstün seviyede kuvvetlendirmiştir. Din kardeşliği bağını, kan kardeşliği bağından daha öne çıkarmıştır. Kardeşler arasında, karşılıklı vazife ve sorumluluklar getirmiş, bu vazife ve sorumlulukların en iyi bir şekilde yapılmasını emretmiş, kardeşlik bağını gevşetecek veya koparacak tüm davranışlardan sakındırmıştır. Her sahada olduğu gibi, bu sahada da, karşılıklı hoşgörüyü, diğerkamlığı, külfetsizliği, yardımlaşmayı esas almıştır.  

İslam kardeşliğinin temel anlayışı, din kardeşini, kendi nefsine tercih etmektir. İşte bu anlayış, asırlardır, İslam toplumunu canlı tutmuş, basit dünyevî çıkar ve menfaatler, makam-mevki, mal-mülk kavgaları, Müslümanların kulluk ve hizmet heyecanını, kardeşlik duygularını yok edememiş; kısmî yüzeysel çekişme ve didişmeler, genel yapıyı bozamamıştır. Çünkü yapılan hatalar, kardeşlik duygularını tahrip eden davranışlar, güvenilen toplum önderleri tarafından büyük ölçüde yok edilmiştir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Fert ve toplumları birbirine bağlayan çok güçlü sebepler olmazsa, hak ve hukuka riayet ederek, huzur ve emniyet içerisinde, bir arada yaşamak mümkün değildir. Bağlayıcı, taşkınlıkları önleyici, haksızlıklara set çekici, güçlünün zayıfı ezmesine mâni olucu, hak ve hukuku hakim kılıcı, karşılıklı yardımlaşmayı sağlayıcı tek müessir güç, DİN’dir.

***

12. 06. 2002

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

TRT 1 Cuma Sohbeti Programı İçin Çekimi Yapılan Konuşmanın metni

Çekim Tarihi: 12. 06. 2002

***

 
 

Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre “Sünnet-i Hasene” Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları

Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre ‘Sünnet-i Hasene’ Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları“, Uluslararası M. Zâhid Kevserî Sempozyumu’ [Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve  Düzce Belediyesi İşbirliğiyle], Düzce 24-25 Kasım 2007

 

 

Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre “Sünnet-i Hasene” Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları

 

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN*

Giriş

Tebliğimizde, 1947 yılı Ramazanında, el-Ahrâm Gazetesi’nde yayımlanan ve dînin her alanında yeniliklerin yapılabileceğini savunan bir makaleye cevap olarak yazdığı iki makalesini esas alarak[1], Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ‘dînî alanda yenilik imkânının bulunup bulunmadığı, -varsa- alanı ve sınırlarının ne olduğu’ ile ilgili görüşlerini ele aldık.

Bilindiği gibi İslam Dünyasında Modernleşme, Çağdaşlaşma, Tecdîd, Teceddüd, Reform gibi akımların konuşulduğu, tartışıldığı, öncü ve girişimcilerinin bulunduğu bir dönem yaşanmış; her bir akım, İslâm dünyasının düştüğü geri kalmışlıktan kurtuluş reçetesi olarak savunulmuştur.

Kevserî’nin cevap verdiği söz konusu makalede tecdîdden bahsedilir ve en bahtiyar insanların, ilminde ve amelinde yenilikçi davrananların olduğu ifade edilir. Hz. Peygamber’e isnat edilen; “Her gün ilmimi yeni bir şeyle artırmazsam, o günün benim için bir bereketi yoktur.” şeklinde bir rivâyete yer verilir.

Dînde yeniliğin yapılabileceğine dayanak olarak zikredilen bu rivâyeti, Kevserî, önce senet açısından tahlil eder; aslının bulunmadığını, uydurma olduğunu ilmî verilerle ortaya koyar.[2]

Kevserî, makale sahibinin, asılsız olan bu rivâyete bile muhalefet ettiğini, kendi kesesinden ona, “cedîden” kelimesini ilâve ettiğini, dolayısıyla bizzat kendisinin uydurmacı konumuna düştüğünü, böylece hiçbir güvenilirliğinin kalmadığını ifade eder.[3]

Yine makale yazarı, “Kim bir iyilik yaparsa biz de onun iyiliğini arttırırız.”[4] âyetinin, ‘dîn ve dünya işlerinde yenilik yapmaya büyük bir teşvik ve cesaretlendirme’ ifade ettiğini söyler.[5]

Kevserî bu istinbatı garip ve şaşırtıcı bulur. Makale sahibi, âyette yer alan, “men yaqterif” ifadesine, “men yüceddid” anlamını vermiştir. Hâlbuki “iqterafe” fiili, “feale” veya “iktesebe” anlamındadır. Kevserî’nin ifadesiyle rivâyet tefsircileri ile dilcilerin cumhuruna göre “yaqterif” kelimesinin anlamı budur. Yazarın yaptığı bu te’vîle rivâyetlerin desteklemeyip dilin ruhsat vermediğini, sadece re’ye dayanan bir te’vîl olduğunu, dolayısıyla burada söz konusu edilen tecdîdle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtir.

Makale yazarı, ‘dînde ahkâmın değişmesi’ konusunda, “Dînin ahkâmında tecdîd, eğer bir ıslah içinse, bu ‘bidat-ı hasene’dir; değilse, ‘bidat-ı seyyie’dir. Bu, ister ibadetlerde olsun, ister diğer alanlarda olsun, fark etmez.” demektedir. Bu görüşünü, “Kim iyi bir çığır açarsa, kendisine, kendi ecri ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin ecri (kadar sevap) yazılır. Kim de kötü bir çığır açarsa, kendi günahı ve kıyamete kadar o çığırdan yürüyenlerin günahı kadar, kendisine günah yazılır.”[6] hadisine dayandırır; ve bunu da cumhurun görüşü olarak nakleder. Ayrıca tecdîdin hem ibadet alanında ve hem de dînin diğer alanlarında mümkün olduğunu ifade eder.[7]

Dînî Nasslarda Yenilik

Dînî nasslarda/hadislerde, olumlu mânâda yenilik; “sünnetun hasenetun”[8], “sünnetun hayrun”[9] “sünnetun huden”[10] ifadeleri ile; olumsuz mânâda yenilik ise, “sünnetun seyyietun”[11], “umûrun muhdesetun”[12] “bid’atun”[13] kelimeleriyle ifade edilmiştir.

“Men senne sünnete hayrin” “men senne sünneten haseneten”, ifadeleri, ‘dînin asıllarından birinin delâlet ettiği râzı olunmuş uygulamalar’ı ifade eder; ‘hayra delâlet eden her şey’i içine alır; “sünneten seyyieten” ifadesi de, tam tersi, ‘dînin asıllarından birinin delâlet etmediği râzı olunmayan uygulamalar’[14] demektir.

 “Bid’at” kelimesi, sözlükte, “daha önce örneği bulunmayan, önceleri yokken daha sonra ortaya çıkan veya çıkarılan şey” mânâsınadır.[15] ‘Dîn ve dîn dışı, icat edilen her şey’ için kullanılan bir kavramdır.[16]

Terim olarak ise kimilerine göre, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan[17], dîn ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan şey”[18] demektir. Bu tanıma göre, her bidat kötüdür, sapıklıktır; onunla mücadele etmek gerekir.

Kimilerine göre, “Hz. Peygamber döneminde örneği mevcut olmayıp daha sonra icad edilen her şey”dir[19]. Bu tanım çok geniş olduğu için, “seyyie” ve “hasene” kısımlarına ayrılmıştır.

Âlimler, bidati, “hidâyete götüren bidat”, “sapıklığa götüren bidat” şeklinde iki kısma ayırmışlardır. ‘Allah ve rasûlünün emirlerine muhalif olanlar’ kötülenmiş ve reddedilmiş; ‘Allah ve resulünün umûmî olarak davet edip teşvik ettikleri ve umûmî teşrî kapsamına girenler’ kabul edilip övülmüştür.[20] Bu sebeple âlimler bidati; vâcip, mendub, haram, mekruh ve mubah kısımlarına ayırmışlardır.[21]

Birinci tanıma göre bir şeyin bidat olabilmesi için ‘dîne ilâve edilmesi, dînî telâkki edilmesi, iman ve ibâdetler manzûmesine dâhil edilmesi’ gerekir. Sıradan veya özel bir davranış meşru ve câiz iken, ibadet vasfı kazandırılması durumunda câiz olmaktan çıkar.[22]

İkinci telakkiye göre ‘Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey bidat’tir; ancak, her bidat sapıklık olmadığı gibi günah ve kötü de değildir. Bunun hasenesi ve seyyiesi vardır. Birincisi herhangi bir delile dayanmamakla beraber dînde ilâve veya eksiltme ifâde eden bidatlerdir; bunlar câiz değildir. İkincisi sonradan ortaya çıkmakla beraber ya dîn ile alâkası olmayan veya câiz olduğuna delil bulunan bidatlerdir.

Bidat-ı hasene; ‘Hz. Peygamber döneminde örneği olmayan bütün güzellikler’i, bidat-ı seyyie de; ‘Hz. Peygamber diliyle birebir yasaklanmayan bütün kötülükler’i kapsar. “Her yenilik bidattir, her bidat sapıklıktır.”[23] hadisinde, ‘insanlığın yararına olmayan batıl icatlar’, ‘kötü bidatler’; ‘sünnete ve dînin asıllarına muhalif olup “Allah ve resûlünün râzı olmadığı yenilikler”’[24] kastedilmiştir.[25]

Hadiste yer alan, “Kim kendisinden sonra amel edilen iyi bir çığır açarsa”[26] ifadesi, ‘sünnette veya dînî referanslarda birebir eşleşmeyen, bir uygulama olarak örneği bulunmayan iyi/güzel yenilikler’i ifade eder. Örneğin zayıflara yardım etmek dînî bir kuraldır, sözlü teşvik ve fiilî uygulama olarak dînî referanslarda örnekleri çoktur; fakat bütün yardım şekillerinin birebir örneklerini, dînî referanslarda bulmak mümkün değildir. Esasen realitede buna imkân da yoktur. Burada dîn, rehberlik yapar, belli kurallar koyar. Hadiste de “hasene” ifadesi ile, bir mânâda yapılacak eylemin vasfı belirtilmektedir.

Kevserî’ye göre, “Kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa, kendi sevabının yanı sıra, o çığırdan yürüyenlerin sevabı kadar da sevap alır.”[27] hadisinin ifade ettiği “sünnet-i hasene/iyi çığır açma”, ‘dînin her alanında söz konusu olan bir yeniliği’ kastetmiyor. Hadis, ‘insanların yararına olan şeylere öncülük etme’ye teşvik ediyor.

Kevserî, iyi bir şeye öncülük etmenin, yani hayırlı bir çığır açmanın, ‘İslâm’ın iyi gördüğü, umumî teşrî kapsamı’na girdiğini belirtir.[28] Dolayısıyla, hayır yollarının çeşitlendirilmesi konusunda bir yenilik, İslam’da her zaman var olmuştur; kıyamete kadar da devam edecektir. Ancak şer’i delillerin sınırlarını aşarak tahsîn/güzelleştirme/iyi bir şey yapma adı altında, hiç kimseye ibadetlerde dilediği gibi tasarrufta bulunma, böyle bir girişimi hevâ ehlinin tasarrufuna açma hak ve yetkisini vermez. Kevserî, hadisin bu mânâya gelmediğini ısrarla belirtir.[29]

Kevserî, makale yazarını, ibadetlerle ilgili hükümleri “ıslah” adı altında herkesin tasarrufuna açtığı için şiddetle eleştirir ve bu alanla ilgili hükümlerde Allah ve Rasûlü dışında hiç kimsenin tasarruf yetkisinin bulunmadığını belirtir[30]. İbadetler dînin sabitelerindendir.

“Sonradan icat edilen her şey bidattir” ifadesi, aynı zamanda sünnete uymaya vurgu yapan bir hadistir. Sünnete uyma, hayatı sünnete göre tanzim etme konusunda bütün Müslümanlar müttefik olmakla beraber, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.) ümmetine örnek teşkil eden sünneti ile, tabiî ve beşerî olan davranışlarını birbirinden ayırma noktasında farklı anlayış ve davranışlar ortaya çıkmıştır. Resûl-i Ekrem’in; biri risâlet, diğeri de beşerî olmak üzere iki temel vasfı vardır. Bu iki vasfıyla meydana gelen davranışları, sünnet olma yönünden aynı değildir. Dolayısıyla bu hadis, yeniliğin önünü tıkayan bir nass olarak algılanmamalıdır. Sapıklık olarak ifade edilen yenilikler, ibadet vasfı kazandırılan dîne ilâvelerdir. Ayrıca onun sünnetine uyma emri de birebir her davranışını kapsayacak şekilde mutlak değildir. Bunun istisnaları, kayıt ve şartları vardır. Bunun içindir ki bazı Müslümanlar Hz. Peygamber’in her davranışını, uyulması gereken bir sünnet telakki ederken, bazıları da sünneti, tabiî ve beşerî davranışlardan ayırmışlardır.

Dînde Tecdîd/Yenilik İmkânı Ve Kevserî’nin Bu Konudaki Görüşleri

‘Dînde yenilik’ yapılabilir mi? Yapılabilirse, yenilikten ne anlaşılması gerekir? Alanı ve sınırları nelerdir? gibi hususlar, tecdîd olgusu çerçevesinde tartışılan konulardır.

Meseleye olgusal olarak bakıldığında dînde yeniliğin hep var olduğu görülür. Toplumsal gelişmelere paralel olarak zaman içinde yeni dîn gönderme olgusu,  başlı başına bir yenilemedir. Bununla beraber dînin kendi içinde ictihad mekanizmasının var olması da bir mânâda tecdîd/yenileme veya yenilenmedir.

Dînî hayattaki bozulmalara yönelik ıslahatlar, düzeltmeler ve buna yönelik yürütülen faaliyetler de, “tecdîd” terimi ile ifade edilmiştir. İctihad ve tecdîd, bir yandan geçerliliği kalmamış eski içtihatların değişmesini, bir yandan da dînî hayatta meydana gelen bozulmaların düzeltilmesini sağlayarak tarih boyu varlığını hep sürdürmüştür.

Bir fikir akımı ya da bir aksiyon olarak tecdîd; ‘aslını bozmadan dîni korumak, toplumun ihtiyaçlarını dînin saf ve bozulmamış kaynaklarından karşılamak, ilâhî istikametten sapmaları düzeltmek ve engellemek, İslâm’ı asrın anlayışına göre sunmak, yani yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmak’ olarak ifade edilmiştir. Ancak bu mefhumu ifâde etmek için teceddüd, dînî ıslâhat, reform, İslâmlaşmak gibi çeşitli kavramlar kullanılmıştır.[31]

Kevserî, dînde yeniliğe tamamen kapalı değildir. “Her yüz yılda bir bu ümmetin dînî işlerini yenileyen biri gönderilir.”[32] hadisine dayanarak, olgusal mânâda yeniliği kabul eder. Ancak var olan bir hükmü ya da uygulamayı tamamen değiştirip yerine yeni bir hüküm ya da uygulama getirmek şeklinde değil, zamanla meydana gelen özden uzaklaşmaları yeniden asla döndürmek, ilk aşk ve heyecana, ilk algılamalara dönmek şeklinde kabul eder.[33]

Diğer bir ifade ile ona göre tecdîd, zamanın geçmesiyle temessük noktasında kaybolan ilk algı ve heyecanı, eski kuvvet ve ciddiyetine iade etme mânâsınadır. Bu durumda mânâ, dînî hükümlere uymada bir vehen/zayıflama/gevşeme hâsıl olduktan sonra, onlara yeniden kuvvetle sarılmayı/temessük etmeyi sağlamak olur.[34] Yoksa özellikle taabbudî meselelerde/dînin sabitelerinde bir algı veya uygulamayı başka bir algı veya uygulama ile değiştirme anlamında değildir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki; İslam’ın sabiteleri/değişmezleri vardır; ve bu sabiteleri asra göre değiştirmek tecdîd değildir. Tecdîd, asrın diliyle konuşarak İslam’ı anlatmak ve asrın insanlarının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktır.

Dînde Yenilik Karşısında Ortaya Çıkan Yaklaşımlar

Tarih boyu yeniliğe karşı oluşan tepki ve reaksiyonlar üç grup olarak ifade edilebilir:

a) Birincisi, yenilikte aşırı gidenler. Bunlar, “değişim dışında her şey değişir” yaklaşımında oldukları için, dînin değişmezlerini de değiştirme amacındadırlar.

b) İkincisi, eskiyi olduğu gibi bırakıp yeniye cephe alanlar. Bunlar her yeniyi bidat olarak görürler. Değişim konusunda “zamanın değişmesiyle ahkâm değişmez” yaklaşımındadırlar.

c) Üçüncüsü, “her eskiyi eski diye atmayıp işe yaramaz hâle geleni atma; her yeniyi de yeni diye almayıp iyi ve işe yarar olanı alma” yaklaşımında bulunan mutediller. Bunlar tecdîd ve ictihad çerçevesinde değişim ve yenilemeyi amaçlarlar.[35]

Tecdîd Alanı Ve Sınırları

Hükümler, vazediliş gerekçelerinin akılla bilinip bilinememesi; dolayısıyla değişime açık olup olmaması bakımından tabbudî ve ta’lilî olmak üzere iki kısma ayrılır.

Taabbudî hükümler, vazediliş gerekçeleri akılla kavranılamayan, sırf Allah ve Rasûlü yapılmasını veya yapılmamasını istediği için uyulan hükümler olarak tanımlanmıştır. Bu hükümler, dînin, her çağın insanına sunduğu temel ve vazgeçilmez hükümleridir. Bunların değişmezliği hiçbir zaman insanlığın ilerleme ve gelişmesini olumsuz mânâda etkilemez.

Ta’lîlî hükümler ise bunların dışında kalan ve dînî/hukûkî gerekçeleri akılla kavranılabilen hükümler olarak belirlenmiştir. Bu ayırım ‘içtihada konu olan ve olmayan hükümler’ şeklinde de ifade edilmiştir[36]. Ancak burada her iki kategoride de, alan ve sınırların belirlenmesinde tartışmaların var olduğu da bir gerçektir.

Tecdîdîn kapsamı; vahyi aşmamak ve kendini vahiy ile bağlı bilmek kaydıyla, aklın her alanda faaliyet göstermesi, anlama, çözme ve üretme faaliyetinde bulunması şeklinde ifade edilebilir. Dînin bağlayıcı hükümleri yanında serbest/mübah bıraktığı konular da vardır. Mubahlar, dînin ilgilenip de serbest bıraktığı alanlardır. Bu alanda yapılacak yenilikler nasslarla çatışmaması gerekir. Kevserî’nin de ifade ettiği budur.[37]

Kevserî câiz olduğu alanlarda bile tecdîdîn belli birtakım kuralları ve sınırlarının olduğunu belirtir. İcad edilen her yeni şeyin bidat-ı hasene olarak değerlendirilemeyeceğini, sabit bir sünnetle çatışmıyorsa, ancak bidat-ı hasene olarak ifade edilebileceğini söyler. Çünkü bunlar, “sünnetle çatışmamak kaydıyla hayrı, iyiyi, güzeli, ilgili insan guruplarına ulaştırma”ya teşvik eden hadislerin kapsamında yer alır.[38]

Kevserî’ye göre, sabit bir sünnetle çatışan bir şeyi icat etmek, ilk etapta onun kötü bir sünnet/âdet olduğuna hükmedilir. Bazı akıllar bunda bazı faydalar görüyor olsa da, ibadetlerle ilgili yeni bir şey icat etmek şâriden tevarüs edenle çatışmaktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla nassla çatışan bir yeniliği, bidat-ı hasene olarak tasavvur etmek mümkün değildir. Hadisin bu şıkkı ibadetlerde yenilik yapmayı kapsaması ihtimal dâhilinde değildir. Bidat-ı hasene, ‘dînin güzel gördüğü umûmî teşrî’ kapsamında yer alır. Bidat-ı seyyie, ‘şer’in güzel gördüğü bidat-ı hasenenin zıddı’dır; dolayısıyla, ‘dînin kötü gördüğü hüküm’ kapsamına girer. Mezhepleri farklı olmasına rağmen, fıkıh ehlinin cumhuru bu görüştedir. Ancak mezhepsizler bu yaklaşımın dışında yer alır. Nitekim onların görüşleri sürekli değişim halindedir.[39]

Yazar, “Kim iyi bir çığır açarsa…” hadisini, “ıslah” adı altında, ‘ibadetlerde istihsan’ mânâsına hamletmiştir. Kevserî’nin ifadesiyle bu mânâ, hadisin asla muhtemel olmadığı bir mânâdır. Şâriden tevarüs eden ibadetlerde bidat/yenilik, ibadetlerin keyfiyetiyle çatışır.[40] Bu sebeple, “men senne sünneten haseneten” hadîsi, ibadetlerde tecdîd anlamına hamledilemez. Bidat, özellikle ibadetlerde, kötü kabul edilmiştir. Yazarın söz konusu ettiği yenilik, ‘dînî hükümleri ıslah’ı öngörmektedir. Hâlbuki bizzat Kur’an, dînin kemâle erdirildiğini ifade etmektedir.[41] Bu da dînin ıslahtan beri olduğunu gösterir. Fakat ne yazık ki yazar, “Kim iyi bir iş yaparsa biz de onun iyiliğini arttırırız.”[42] âyetini, tecdîd mânâsına hamletmiştir. Ne bir rivâyet ve ne de bir dirâyet, buna ruhsat vermemektedir. Bütün bunlar destekten yoksundur.[43]

Kevserî, Kur’an-ı Kerîm’in nassıyla ikmal edildiğinin bildirilmesinden sonra[44] dînî hükümlerde tağyîr ve tebdîl tasarrufunda bulunmanın câiz olmadığını belirtir. Dolayısıyla, hükmü, nasslarla sabit olan bir konuda tecdîdi, tağyîr ve tebdîl olarak değerlendirmektedir.[45] Bu görüş Mecelle’de, “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur.”[46] kaidesiyle ifade edilmiştir.

Kevserî’nin karşı çıktığı diğer bir nokta dînin her alanında tasarruf ve tecdîdîn cumhurun görüşü olarak nakledilmesidir. Ölçüyü kaçıran, tağyîr ve değişimin kapısını açan, çürüme ve yok olmaya yol açacak olan bu görüşe muvafakat eden hiçbir İslam âliminin bulunmadığını ifade eder.[47]

Kevserî, makale yazarının iyi niyetli olmadığı görüşündedir. Eğer yazar iyi niyetli olsaydı “mutlak tecdîd ve değişim”in ne tür vahim sonuçlar doğuracağını görürdü, demektedir.

Sonuç

Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan tecdîdle ilgili fikir ve davranışları üç gruba ayırabiliriz:

a) Kitap ve Sünnetin açık nasslarına aykırı olan yenilikler/bidatler. Bunları bidat değil; isyân, fücûr veya fısk olarak ele almak gerekir.

b) Dînin ibâdet ve iman bölümlerine girmeyen, dünya hayatını ilgilendiren, serbest bırakılmış sahada icat edilen alet, cereyan eden âdet ve davranışlar. Bunların da bidatle ilgisi yoktur.

c) Âyet ve hadîslerin emir veya nehy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve iman veya ibâdet olarak dîne katılan fikir ve davranışlar. Bidat olarak değerlendirilen hususlar, bunlardır; bunların hepsi seyyiedir/kötüdür; hasenesi/iyisi yoktur.  Makalesindeki ifadelerinden anlaşıldığına göre Kevserî’nin görüşü de budur. Çünkü ona göre tecdîd, dînde sabit olan bir hüküm veya uygulamada, gerek algılama ve gerekse uygulama noktasında, zamanla meydana gelen bozulma ve gevşeklikleri yeniden aslına döndürmek, ilk algı ve heyecana kavuşturmaktır. Hayır kapsamına girip de dînin yasaklamadığı her bir yenilik, umûmî teşrî’ kapsamına girer ve dîn bunları yasaklamaz.[48]

Her zaman olduğu gibi, bugün de Kevserî gibi, en zor anlarda bile inancı konusunda dik durmasını bilen, sözünü eğip bükmeden tavizsiz söyleyebilen âlim tipine ihtiyaç vardır. Bu ve buna benzer sempozyumların bu tür âlimlerin tanınmasına ve ilim alanındaki rotamızın tayininde rehber edinilmeleri ümidiyle sözlerime son veriyor, saygılar sunuyorum.

***

—————————————–

* Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi (e-mail: cemalagirman@hotmail.com)

[1] Birinci makale: “Hadîsu Ramadân: et-Tecdîd”, s. 201-2004. İkinci makale: Havle Hadîsi Tecdîd, s. 205-208.

[2] Kevserî, Makâlât, s. 201.

[3] Kevserî, Makâlât, s. 201-2002. Ayrıca bk. s. 205.

[4] Şura 42/23.

[5] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[6] Müslim, Zekat 69.

[7] Kevserî, Makâlât, s. 202.

[8] Müslim, İlim 15, 16; Tirmizî, İlim 15, (V, 43 no. 2675).

[9] Tirmizî, İlim 15, (V, 43, no. 2675)

[10] Ahmed b. Hanbel, II, 504, no. 10563.

[11] Müslim, İlim 15, 16; Tirmizî, İlim 15, (V, 43 no. 2675).

[12] Müslim, Cumu’a 43.

[13] Müslim, Cumu’a 43.

[14] el-Mubârekfûrî, Tuhfetu’l-ahvezî bi-Şerhi Câmi‘i’t-Tirmizî, nşr. Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut trs, VII, 365.

[15] İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, “bd’a” md., VIII, 6.

[16] el-Halîl b. Ahmed el-Ferâheydî, Kitâbu’l-Ayn, th. Mehdî Muhzumî – İbrahim es-Sâmerâî, byy., trs., II, 54.

[17] el-Fîrûzâbâdî, El-Kâmûsu’l-muhît, byy., trs., I, 906; er-Râzî, Muhtâru’s-sıhâh,  Beyrut 1415/1995, I, 73.

[18] Nâsıruddîn b. Abdusseyyid b. El-Metraz, el-Mağrib fî Tertîbi’l-ma’rib, Haleb 1979, I, 62.

[19] el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-muhît, I, 906.

[20] İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-hadîs, I, 106; Es-Suyûtî ve dğr., Şerhu Süneni İbn Mâce, I, 6.

[21] Nevevî, el-Minhâc Şerhu Sahîhi Müslim b. el-Haccâc, Beyrût 1392, VII, 104-105.

[22] Karaman, Hayrettin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1988, II, 656.

[23] Tirmizî, İlim 16, (V, 46, no. 2678); Ebû Dâvud, Sunne 5, (IV, 200-202, no. 4607).

[24] Tirmizî, İlim 16 (V, 45, no. 2677), İbn Mâce, Mukaddime 15,  (I, 76, no. 209).

[25] Nevevî, el-Minhâc, VII, 104-105.

[26] Müslim, Zekat 69.

[27] Müslim, Zekat 69.

[28] Kevserî, Makâlât, s. 202.

[29] Kevserî, Makâlât, s. 202-203.

[30] Kevserî, Makâlât, s. 2002, 204.

[32] Ebû Dâvud, Melâhim 1 (II, 512. no. 4291) Albânî sahih olduğunu söyler. Zehebî bu hadis hakkında susmuştur. Hâkim, Müstedrek, IV, 567, no. 8592. Taberânî, el-Mu’cemu’lEvsat, VI, 324, no. 6527.

[33] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[34] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[35] http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00243.htm (Erş. tr. 15. 11. 2007)

[36] Kahraman, Abdullah, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, İstanbul 2002, s. 1-2.

[37] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[38] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[39] Kevserî, Makâlât, s. 203.

[40] Kevserî, Makâlât, s. 204.

[41] Mâide 5/3.

[42] Şura 42/23.

[43] Kevserî, Makâlât, s. 204.

[44] Mâide 5/3.

[45] Kevserî, Makâlât, s. 202.

[46] Mecelle’nin 14. Maddesi.

[47] Kevserî, Makâlât, s. 202.

[48] Kevserî, Makâlât, s. 203.

Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre ‘Sünnet-i Hasene’ Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları“, Uluslararası M. Zâhid Kevserî Sempozyumu’ [Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve  Düzce Belediyesi İşbirliğiyle], Düzce 24-25 Kasım 2007

***

 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 3, 2008 in • Sempozyumlar