“Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre ‘Sünnet-i Hasene’ Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları“, Uluslararası M. Zâhid Kevserî Sempozyumu’ [Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Düzce Belediyesi İşbirliğiyle], Düzce 24-25 Kasım 2007
|
Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre “Sünnet-i Hasene” Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları
Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
Giriş
Tebliğimizde, 1947 yılı Ramazanında, el-Ahrâm Gazetesi’nde yayımlanan ve dînin her alanında yeniliklerin yapılabileceğini savunan bir makaleye cevap olarak yazdığı iki makalesini esas alarak, Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ‘dînî alanda yenilik imkânının bulunup bulunmadığı, -varsa- alanı ve sınırlarının ne olduğu’ ile ilgili görüşlerini ele aldık.
Bilindiği gibi İslam Dünyasında Modernleşme, Çağdaşlaşma, Tecdîd, Teceddüd, Reform gibi akımların konuşulduğu, tartışıldığı, öncü ve girişimcilerinin bulunduğu bir dönem yaşanmış; her bir akım, İslâm dünyasının düştüğü geri kalmışlıktan kurtuluş reçetesi olarak savunulmuştur.
Kevserî’nin cevap verdiği söz konusu makalede tecdîdden bahsedilir ve en bahtiyar insanların, ilminde ve amelinde yenilikçi davrananların olduğu ifade edilir. Hz. Peygamber’e isnat edilen; “Her gün ilmimi yeni bir şeyle artırmazsam, o günün benim için bir bereketi yoktur.” şeklinde bir rivâyete yer verilir.
Dînde yeniliğin yapılabileceğine dayanak olarak zikredilen bu rivâyeti, Kevserî, önce senet açısından tahlil eder; aslının bulunmadığını, uydurma olduğunu ilmî verilerle ortaya koyar.
Kevserî, makale sahibinin, asılsız olan bu rivâyete bile muhalefet ettiğini, kendi kesesinden ona, “cedîden” kelimesini ilâve ettiğini, dolayısıyla bizzat kendisinin uydurmacı konumuna düştüğünü, böylece hiçbir güvenilirliğinin kalmadığını ifade eder.
Yine makale yazarı, “Kim bir iyilik yaparsa biz de onun iyiliğini arttırırız.” âyetinin, ‘dîn ve dünya işlerinde yenilik yapmaya büyük bir teşvik ve cesaretlendirme’ ifade ettiğini söyler.
Kevserî bu istinbatı garip ve şaşırtıcı bulur. Makale sahibi, âyette yer alan, “men yaqterif” ifadesine, “men yüceddid” anlamını vermiştir. Hâlbuki “iqterafe” fiili, “feale” veya “iktesebe” anlamındadır. Kevserî’nin ifadesiyle rivâyet tefsircileri ile dilcilerin cumhuruna göre “yaqterif” kelimesinin anlamı budur. Yazarın yaptığı bu te’vîle rivâyetlerin desteklemeyip dilin ruhsat vermediğini, sadece re’ye dayanan bir te’vîl olduğunu, dolayısıyla burada söz konusu edilen tecdîdle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtir.
Makale yazarı, ‘dînde ahkâmın değişmesi’ konusunda, “Dînin ahkâmında tecdîd, eğer bir ıslah içinse, bu ‘bidat-ı hasene’dir; değilse, ‘bidat-ı seyyie’dir. Bu, ister ibadetlerde olsun, ister diğer alanlarda olsun, fark etmez.” demektedir. Bu görüşünü, “Kim iyi bir çığır açarsa, kendisine, kendi ecri ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin ecri (kadar sevap) yazılır. Kim de kötü bir çığır açarsa, kendi günahı ve kıyamete kadar o çığırdan yürüyenlerin günahı kadar, kendisine günah yazılır.” hadisine dayandırır; ve bunu da cumhurun görüşü olarak nakleder. Ayrıca tecdîdin hem ibadet alanında ve hem de dînin diğer alanlarında mümkün olduğunu ifade eder.
Dînî Nasslarda Yenilik
Dînî nasslarda/hadislerde, olumlu mânâda yenilik; “sünnetun hasenetun”, “sünnetun hayrun” “sünnetun huden” ifadeleri ile; olumsuz mânâda yenilik ise, “sünnetun seyyietun”, “umûrun muhdesetun” “bid’atun” kelimeleriyle ifade edilmiştir.
“Men senne sünnete hayrin” “men senne sünneten haseneten”, ifadeleri, ‘dînin asıllarından birinin delâlet ettiği râzı olunmuş uygulamalar’ı ifade eder; ‘hayra delâlet eden her şey’i içine alır; “sünneten seyyieten” ifadesi de, tam tersi, ‘dînin asıllarından birinin delâlet etmediği râzı olunmayan uygulamalar’ demektir.
“Bid’at” kelimesi, sözlükte, “daha önce örneği bulunmayan, önceleri yokken daha sonra ortaya çıkan veya çıkarılan şey” mânâsınadır. ‘Dîn ve dîn dışı, icat edilen her şey’ için kullanılan bir kavramdır.
Terim olarak ise kimilerine göre, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan, dîn ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan şey” demektir. Bu tanıma göre, her bidat kötüdür, sapıklıktır; onunla mücadele etmek gerekir.
Kimilerine göre, “Hz. Peygamber döneminde örneği mevcut olmayıp daha sonra icad edilen her şey”dir. Bu tanım çok geniş olduğu için, “seyyie” ve “hasene” kısımlarına ayrılmıştır.
Âlimler, bidati, “hidâyete götüren bidat”, “sapıklığa götüren bidat” şeklinde iki kısma ayırmışlardır. ‘Allah ve rasûlünün emirlerine muhalif olanlar’ kötülenmiş ve reddedilmiş; ‘Allah ve resulünün umûmî olarak davet edip teşvik ettikleri ve umûmî teşrî kapsamına girenler’ kabul edilip övülmüştür. Bu sebeple âlimler bidati; vâcip, mendub, haram, mekruh ve mubah kısımlarına ayırmışlardır.
Birinci tanıma göre bir şeyin bidat olabilmesi için ‘dîne ilâve edilmesi, dînî telâkki edilmesi, iman ve ibâdetler manzûmesine dâhil edilmesi’ gerekir. Sıradan veya özel bir davranış meşru ve câiz iken, ibadet vasfı kazandırılması durumunda câiz olmaktan çıkar.
İkinci telakkiye göre ‘Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey bidat’tir; ancak, her bidat sapıklık olmadığı gibi günah ve kötü de değildir. Bunun hasenesi ve seyyiesi vardır. Birincisi herhangi bir delile dayanmamakla beraber dînde ilâve veya eksiltme ifâde eden bidatlerdir; bunlar câiz değildir. İkincisi sonradan ortaya çıkmakla beraber ya dîn ile alâkası olmayan veya câiz olduğuna delil bulunan bidatlerdir.
Bidat-ı hasene; ‘Hz. Peygamber döneminde örneği olmayan bütün güzellikler’i, bidat-ı seyyie de; ‘Hz. Peygamber diliyle birebir yasaklanmayan bütün kötülükler’i kapsar. “Her yenilik bidattir, her bidat sapıklıktır.” hadisinde, ‘insanlığın yararına olmayan batıl icatlar’, ‘kötü bidatler’; ‘sünnete ve dînin asıllarına muhalif olup “Allah ve resûlünün râzı olmadığı yenilikler”’ kastedilmiştir.
Hadiste yer alan, “Kim kendisinden sonra amel edilen iyi bir çığır açarsa” ifadesi, ‘sünnette veya dînî referanslarda birebir eşleşmeyen, bir uygulama olarak örneği bulunmayan iyi/güzel yenilikler’i ifade eder. Örneğin zayıflara yardım etmek dînî bir kuraldır, sözlü teşvik ve fiilî uygulama olarak dînî referanslarda örnekleri çoktur; fakat bütün yardım şekillerinin birebir örneklerini, dînî referanslarda bulmak mümkün değildir. Esasen realitede buna imkân da yoktur. Burada dîn, rehberlik yapar, belli kurallar koyar. Hadiste de “hasene” ifadesi ile, bir mânâda yapılacak eylemin vasfı belirtilmektedir.
Kevserî’ye göre, “Kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa, kendi sevabının yanı sıra, o çığırdan yürüyenlerin sevabı kadar da sevap alır.” hadisinin ifade ettiği “sünnet-i hasene/iyi çığır açma”, ‘dînin her alanında söz konusu olan bir yeniliği’ kastetmiyor. Hadis, ‘insanların yararına olan şeylere öncülük etme’ye teşvik ediyor.
Kevserî, iyi bir şeye öncülük etmenin, yani hayırlı bir çığır açmanın, ‘İslâm’ın iyi gördüğü, umumî teşrî kapsamı’na girdiğini belirtir. Dolayısıyla, hayır yollarının çeşitlendirilmesi konusunda bir yenilik, İslam’da her zaman var olmuştur; kıyamete kadar da devam edecektir. Ancak şer’i delillerin sınırlarını aşarak tahsîn/güzelleştirme/iyi bir şey yapma adı altında, hiç kimseye ibadetlerde dilediği gibi tasarrufta bulunma, böyle bir girişimi hevâ ehlinin tasarrufuna açma hak ve yetkisini vermez. Kevserî, hadisin bu mânâya gelmediğini ısrarla belirtir.
Kevserî, makale yazarını, ibadetlerle ilgili hükümleri “ıslah” adı altında herkesin tasarrufuna açtığı için şiddetle eleştirir ve bu alanla ilgili hükümlerde Allah ve Rasûlü dışında hiç kimsenin tasarruf yetkisinin bulunmadığını belirtir. İbadetler dînin sabitelerindendir.
“Sonradan icat edilen her şey bidattir” ifadesi, aynı zamanda sünnete uymaya vurgu yapan bir hadistir. Sünnete uyma, hayatı sünnete göre tanzim etme konusunda bütün Müslümanlar müttefik olmakla beraber, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.) ümmetine örnek teşkil eden sünneti ile, tabiî ve beşerî olan davranışlarını birbirinden ayırma noktasında farklı anlayış ve davranışlar ortaya çıkmıştır. Resûl-i Ekrem’in; biri risâlet, diğeri de beşerî olmak üzere iki temel vasfı vardır. Bu iki vasfıyla meydana gelen davranışları, sünnet olma yönünden aynı değildir. Dolayısıyla bu hadis, yeniliğin önünü tıkayan bir nass olarak algılanmamalıdır. Sapıklık olarak ifade edilen yenilikler, ibadet vasfı kazandırılan dîne ilâvelerdir. Ayrıca onun sünnetine uyma emri de birebir her davranışını kapsayacak şekilde mutlak değildir. Bunun istisnaları, kayıt ve şartları vardır. Bunun içindir ki bazı Müslümanlar Hz. Peygamber’in her davranışını, uyulması gereken bir sünnet telakki ederken, bazıları da sünneti, tabiî ve beşerî davranışlardan ayırmışlardır.
Dînde Tecdîd/Yenilik İmkânı Ve Kevserî’nin Bu Konudaki Görüşleri
‘Dînde yenilik’ yapılabilir mi? Yapılabilirse, yenilikten ne anlaşılması gerekir? Alanı ve sınırları nelerdir? gibi hususlar, tecdîd olgusu çerçevesinde tartışılan konulardır.
Meseleye olgusal olarak bakıldığında dînde yeniliğin hep var olduğu görülür. Toplumsal gelişmelere paralel olarak zaman içinde yeni dîn gönderme olgusu, başlı başına bir yenilemedir. Bununla beraber dînin kendi içinde ictihad mekanizmasının var olması da bir mânâda tecdîd/yenileme veya yenilenmedir.
Dînî hayattaki bozulmalara yönelik ıslahatlar, düzeltmeler ve buna yönelik yürütülen faaliyetler de, “tecdîd” terimi ile ifade edilmiştir. İctihad ve tecdîd, bir yandan geçerliliği kalmamış eski içtihatların değişmesini, bir yandan da dînî hayatta meydana gelen bozulmaların düzeltilmesini sağlayarak tarih boyu varlığını hep sürdürmüştür.
Bir fikir akımı ya da bir aksiyon olarak tecdîd; ‘aslını bozmadan dîni korumak, toplumun ihtiyaçlarını dînin saf ve bozulmamış kaynaklarından karşılamak, ilâhî istikametten sapmaları düzeltmek ve engellemek, İslâm’ı asrın anlayışına göre sunmak, yani yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmak’ olarak ifade edilmiştir. Ancak bu mefhumu ifâde etmek için teceddüd, dînî ıslâhat, reform, İslâmlaşmak gibi çeşitli kavramlar kullanılmıştır.
Kevserî, dînde yeniliğe tamamen kapalı değildir. “Her yüz yılda bir bu ümmetin dînî işlerini yenileyen biri gönderilir.” hadisine dayanarak, olgusal mânâda yeniliği kabul eder. Ancak var olan bir hükmü ya da uygulamayı tamamen değiştirip yerine yeni bir hüküm ya da uygulama getirmek şeklinde değil, zamanla meydana gelen özden uzaklaşmaları yeniden asla döndürmek, ilk aşk ve heyecana, ilk algılamalara dönmek şeklinde kabul eder.
Diğer bir ifade ile ona göre tecdîd, zamanın geçmesiyle temessük noktasında kaybolan ilk algı ve heyecanı, eski kuvvet ve ciddiyetine iade etme mânâsınadır. Bu durumda mânâ, dînî hükümlere uymada bir vehen/zayıflama/gevşeme hâsıl olduktan sonra, onlara yeniden kuvvetle sarılmayı/temessük etmeyi sağlamak olur. Yoksa özellikle taabbudî meselelerde/dînin sabitelerinde bir algı veya uygulamayı başka bir algı veya uygulama ile değiştirme anlamında değildir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki; İslam’ın sabiteleri/değişmezleri vardır; ve bu sabiteleri asra göre değiştirmek tecdîd değildir. Tecdîd, asrın diliyle konuşarak İslam’ı anlatmak ve asrın insanlarının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktır.
Dînde Yenilik Karşısında Ortaya Çıkan Yaklaşımlar
Tarih boyu yeniliğe karşı oluşan tepki ve reaksiyonlar üç grup olarak ifade edilebilir:
a) Birincisi, yenilikte aşırı gidenler. Bunlar, “değişim dışında her şey değişir” yaklaşımında oldukları için, dînin değişmezlerini de değiştirme amacındadırlar.
b) İkincisi, eskiyi olduğu gibi bırakıp yeniye cephe alanlar. Bunlar her yeniyi bidat olarak görürler. Değişim konusunda “zamanın değişmesiyle ahkâm değişmez” yaklaşımındadırlar.
c) Üçüncüsü, “her eskiyi eski diye atmayıp işe yaramaz hâle geleni atma; her yeniyi de yeni diye almayıp iyi ve işe yarar olanı alma” yaklaşımında bulunan mutediller. Bunlar tecdîd ve ictihad çerçevesinde değişim ve yenilemeyi amaçlarlar.
Tecdîd Alanı Ve Sınırları
Hükümler, vazediliş gerekçelerinin akılla bilinip bilinememesi; dolayısıyla değişime açık olup olmaması bakımından tabbudî ve ta’lilî olmak üzere iki kısma ayrılır.
Taabbudî hükümler, vazediliş gerekçeleri akılla kavranılamayan, sırf Allah ve Rasûlü yapılmasını veya yapılmamasını istediği için uyulan hükümler olarak tanımlanmıştır. Bu hükümler, dînin, her çağın insanına sunduğu temel ve vazgeçilmez hükümleridir. Bunların değişmezliği hiçbir zaman insanlığın ilerleme ve gelişmesini olumsuz mânâda etkilemez.
Ta’lîlî hükümler ise bunların dışında kalan ve dînî/hukûkî gerekçeleri akılla kavranılabilen hükümler olarak belirlenmiştir. Bu ayırım ‘içtihada konu olan ve olmayan hükümler’ şeklinde de ifade edilmiştir. Ancak burada her iki kategoride de, alan ve sınırların belirlenmesinde tartışmaların var olduğu da bir gerçektir.
Tecdîdîn kapsamı; vahyi aşmamak ve kendini vahiy ile bağlı bilmek kaydıyla, aklın her alanda faaliyet göstermesi, anlama, çözme ve üretme faaliyetinde bulunması şeklinde ifade edilebilir. Dînin bağlayıcı hükümleri yanında serbest/mübah bıraktığı konular da vardır. Mubahlar, dînin ilgilenip de serbest bıraktığı alanlardır. Bu alanda yapılacak yenilikler nasslarla çatışmaması gerekir. Kevserî’nin de ifade ettiği budur.
Kevserî câiz olduğu alanlarda bile tecdîdîn belli birtakım kuralları ve sınırlarının olduğunu belirtir. İcad edilen her yeni şeyin bidat-ı hasene olarak değerlendirilemeyeceğini, sabit bir sünnetle çatışmıyorsa, ancak bidat-ı hasene olarak ifade edilebileceğini söyler. Çünkü bunlar, “sünnetle çatışmamak kaydıyla hayrı, iyiyi, güzeli, ilgili insan guruplarına ulaştırma”ya teşvik eden hadislerin kapsamında yer alır.
Kevserî’ye göre, sabit bir sünnetle çatışan bir şeyi icat etmek, ilk etapta onun kötü bir sünnet/âdet olduğuna hükmedilir. Bazı akıllar bunda bazı faydalar görüyor olsa da, ibadetlerle ilgili yeni bir şey icat etmek şâriden tevarüs edenle çatışmaktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla nassla çatışan bir yeniliği, bidat-ı hasene olarak tasavvur etmek mümkün değildir. Hadisin bu şıkkı ibadetlerde yenilik yapmayı kapsaması ihtimal dâhilinde değildir. Bidat-ı hasene, ‘dînin güzel gördüğü umûmî teşrî’ kapsamında yer alır. Bidat-ı seyyie, ‘şer’in güzel gördüğü bidat-ı hasenenin zıddı’dır; dolayısıyla, ‘dînin kötü gördüğü hüküm’ kapsamına girer. Mezhepleri farklı olmasına rağmen, fıkıh ehlinin cumhuru bu görüştedir. Ancak mezhepsizler bu yaklaşımın dışında yer alır. Nitekim onların görüşleri sürekli değişim halindedir.
Yazar, “Kim iyi bir çığır açarsa…” hadisini, “ıslah” adı altında, ‘ibadetlerde istihsan’ mânâsına hamletmiştir. Kevserî’nin ifadesiyle bu mânâ, hadisin asla muhtemel olmadığı bir mânâdır. Şâriden tevarüs eden ibadetlerde bidat/yenilik, ibadetlerin keyfiyetiyle çatışır. Bu sebeple, “men senne sünneten haseneten” hadîsi, ibadetlerde tecdîd anlamına hamledilemez. Bidat, özellikle ibadetlerde, kötü kabul edilmiştir. Yazarın söz konusu ettiği yenilik, ‘dînî hükümleri ıslah’ı öngörmektedir. Hâlbuki bizzat Kur’an, dînin kemâle erdirildiğini ifade etmektedir. Bu da dînin ıslahtan beri olduğunu gösterir. Fakat ne yazık ki yazar, “Kim iyi bir iş yaparsa biz de onun iyiliğini arttırırız.” âyetini, tecdîd mânâsına hamletmiştir. Ne bir rivâyet ve ne de bir dirâyet, buna ruhsat vermemektedir. Bütün bunlar destekten yoksundur.
Kevserî, Kur’an-ı Kerîm’in nassıyla ikmal edildiğinin bildirilmesinden sonra dînî hükümlerde tağyîr ve tebdîl tasarrufunda bulunmanın câiz olmadığını belirtir. Dolayısıyla, hükmü, nasslarla sabit olan bir konuda tecdîdi, tağyîr ve tebdîl olarak değerlendirmektedir. Bu görüş Mecelle’de, “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur.” kaidesiyle ifade edilmiştir.
Kevserî’nin karşı çıktığı diğer bir nokta dînin her alanında tasarruf ve tecdîdîn cumhurun görüşü olarak nakledilmesidir. Ölçüyü kaçıran, tağyîr ve değişimin kapısını açan, çürüme ve yok olmaya yol açacak olan bu görüşe muvafakat eden hiçbir İslam âliminin bulunmadığını ifade eder.
Kevserî, makale yazarının iyi niyetli olmadığı görüşündedir. Eğer yazar iyi niyetli olsaydı “mutlak tecdîd ve değişim”in ne tür vahim sonuçlar doğuracağını görürdü, demektedir.
Sonuç
Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan tecdîdle ilgili fikir ve davranışları üç gruba ayırabiliriz:
a) Kitap ve Sünnetin açık nasslarına aykırı olan yenilikler/bidatler. Bunları bidat değil; isyân, fücûr veya fısk olarak ele almak gerekir.
b) Dînin ibâdet ve iman bölümlerine girmeyen, dünya hayatını ilgilendiren, serbest bırakılmış sahada icat edilen alet, cereyan eden âdet ve davranışlar. Bunların da bidatle ilgisi yoktur.
c) Âyet ve hadîslerin emir veya nehy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve iman veya ibâdet olarak dîne katılan fikir ve davranışlar. Bidat olarak değerlendirilen hususlar, bunlardır; bunların hepsi seyyiedir/kötüdür; hasenesi/iyisi yoktur. Makalesindeki ifadelerinden anlaşıldığına göre Kevserî’nin görüşü de budur. Çünkü ona göre tecdîd, dînde sabit olan bir hüküm veya uygulamada, gerek algılama ve gerekse uygulama noktasında, zamanla meydana gelen bozulma ve gevşeklikleri yeniden aslına döndürmek, ilk algı ve heyecana kavuşturmaktır. Hayır kapsamına girip de dînin yasaklamadığı her bir yenilik, umûmî teşrî’ kapsamına girer ve dîn bunları yasaklamaz.
Her zaman olduğu gibi, bugün de Kevserî gibi, en zor anlarda bile inancı konusunda dik durmasını bilen, sözünü eğip bükmeden tavizsiz söyleyebilen âlim tipine ihtiyaç vardır. Bu ve buna benzer sempozyumların bu tür âlimlerin tanınmasına ve ilim alanındaki rotamızın tayininde rehber edinilmeleri ümidiyle sözlerime son veriyor, saygılar sunuyorum.
***
—————————————–
Ebû Dâvud, Melâhim 1 (II, 512. no. 4291) Albânî sahih olduğunu söyler. Zehebî bu hadis hakkında susmuştur. Hâkim, Müstedrek, IV, 567, no. 8592. Taberânî, el-Mu’cemu’l–Evsat, VI, 324, no. 6527.
Kevserî, Makâlât, s. 203.
Kevserî, Makâlât, s. 203.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00243.htm (Erş. tr. 15. 11. 2007)
“Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye Göre ‘Sünnet-i Hasene’ Hadisi Bağlamında Dînde Tecdîd İmkânı, Alanı ve Sınırları“, Uluslararası M. Zâhid Kevserî Sempozyumu’ [Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Düzce Belediyesi İşbirliğiyle], Düzce 24-25 Kasım 2007
|