RSS

Kategori arşivi: GÜNDEM

Ne Oluyoruz?!.

Bazen kendi kendime, bazen de sesli olarak çevremdekilere, bize ne oluyor? Diyorum. Neden mi?.. Müsaadeniz olursa nedenini siz dostlarla paylaşmak, biraz da deşarj olmak, rahatlamak istiyorum. Olay şu: Bizzat şahit olan bir yüksek lisans öğrencim söyledi. Yakın bir tarihte bir dernek tarafından davet edilip konferans verdirilen bir tıpçı, özet olarak “hadis yoktur, hadis Kur’an’ın kendisidir” demiş. İsmen davet edilenlere verilen ve herkese açık olmayan bu konferansta itiraz etmek isteyenler, toplu protestoya maruz kalarak konuşturulmamış. Konferansçının yazmış olduğu bir kitabın arka kapak yazısında, yazarın Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Hadis Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans derslerine katıldığı yazılı, bunu da konferanslarında kullanıyor, kendisine sözlerine güvenilmesi gereken biri olduğu algısı oluşturuyor.

Dört Nisan’da İstanbul’da doçentlik sözlü sınavı vardı. Bu ders işini bizzat Ahmet Yücel Beye sordum. Derslere katıldığı doğru fakat ne mücadelelerle belli bir noktaya getirildiğini, çok daha uzak uçlarda dolaştığını, asla o kitabı yayımlamaması gerektiğini söylediğini söyledi.

Hadis alanında konferans vermek bir tıpçının haddine mi düşmüş? Ben tıbbın herhangi bir alanında bilimsel konferans versem tıp dünyasının tepkisi ne olur? Tepkisi bir kenara herhalde bu kişinin aklı başında olmasa gerek derler. Zira tıp alanı olduğu gibi hadisin ne’liği de bilimsel bir konudur. Bu konuda söz söylemek uzmanlarına düşer. Alt yapısı olmadan, açık söylüyorum, ilahiyat ve akademik tahsil olmadan bu iş olmaz. Bakıyorum genellikle hadis ve sünnet hakkında ahkâm kesenler, alt yapısı olmayanlar veya hadisi tanımayan ve hadis hakkında bilgisi olmayanlardır. Çünkü bilse buna cesaret edemez, ilmi ona müsaade etmez. Alan dışı kişilerin yaptıkları konuşmalara baktığımızda yaptıkları hataları bilseler –eğer bir parçacık yüzleri olsa- toplumun önüne çıkamazlar. O ekranlara bir daha çıkamazlar. Bu cesaret ya cehaletten, ya ihanetten veya şöhret afetinden olsa gerek… Bazı öyle hatalar var ki aklı başında bir insanın yapacağı şeyler değil bunlar.

Ya diğer âyetleri dikkate almadan bir tek âyeti esas alarak atomik bir yaklaşımla bir yargıya varıp hiç alakası olmayan bağlam ve yorumlarla konu ile alakalı bütün merviyyatı yok sayıyorlar veya bir iki uydurma rivayetle genellemeler yaparak bütün otoriteleri yıkıp yok ediyorlar.  Buhârî mi? O da kimmiş?!.

Hadisi-sünneti halletmişler. Artık sıra Kur’an’ın yorumuna geldi. Biri kalkıyor, on beş asırlık ümmetin uygulamasını yok sayarak “ekîmu’s-selâte…” emrinin, bildiğimiz, onbeş asırdan beri uygulayageldiğimiz rukûlu, secdeli namazı değil;  dayanışma, destek, sosyal yardımlaşma anlamına geldiğini söyleyebiliyor. Bu normal bir aklın tezahürü olamaz.

Bir diğeri sahih bir hadisi ve özellikle Buharî hadisi vurgusu yaparak Buhârî’nin otoritesini de kendi zırva yorumuna destek yaparak alakası olmayan bir konuda delil getirerek Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in irtidat ettiğini yemin ederek söyleyebiliyor!.

Bunun iki sebebi olabilir: Ya aşırı şiî inancının verdiği inanılmaz heyecan veya şimdiye kadar Ehli-sünnet diye kendisini gizleyip belli bir kesimi kendisine bende yaptıktan sonra onları şiîleştirme hamlesi.  Ya da bizim bilmediğimiz kendisini unutacak kadar başka bir şeyler olmuş.

Başka biri sohbetlerinin hiçbirisinde peygamber ve hadis zikretmez, Kur’an’a mana verirken kendisi var ama peygamber, hadis hiç ortada yok, şu ayet şöyle şu ayet böyle diyerek dinde Kur’an’dan başka bir şey tanımadığı algısını oluşturuyor, sonra da ‘sünneti tanımıyor galiba’ eleştirisi gelince feryadı basıyor; bu suçlamaları kabul etmediğini, hakkını helal etmediğini söyleyerek ekranda nerede ise ağlayacak oluyor. Be kardeşim bu algıda hırsızın hiç mi suçu yok? Lütfen bu milleti aptal yerine koymayın, ne olur?!… Sen Kur’an hakkında bunca yorumlar yaparken, kendinde bu kadar konuşma hakkı bulurken birazcık da peygambere söz hakkı versen ya be kardeşim… Peygamberi devre dışı bırakarak kendinize alan açmıyor musunuz?.. Elli veya yüz sene sonra sizin söylediklerinize kim şahitlik yapacak? Doğruluklarına nasıl inanacağız?

Bir diğeri birkaç uydurma rivayeti ele alıyor,  bütün hadis literatürünün bu rivayetlerle dolu olduğu, hiçbir rivayete güvenilemeyeceği algısı oluşturuyor. İşin garibi hadisi tanımadığı için mevkuf bir rivayeti, hatta cahiliye döneminde şahit olduğu bir hatırasını anlatan bir sahabenin bir yorumunu merfu hadismiş gibi servis ediyor, bütün hadis literatürü hakkında fırtına koparıp algı oluşturabiliyor. Hadisi bile tanımadığına mı yanarsınız, düştüğü hâle mi yanarsınız?…. Bu kişiler hadis kaynaklarının tasnif amaç ve sistemlerini bilmedikleri gibi rivayetlerin ne’liğini ve musanniflerinin rivayetler hakkında yaptıkları değerlendirmeleri de görmüyorlar. Ya da bilinçli bir göz ardı söz konusu… Ayrıca hadis kitaplarında yer alan her bir cümleyi merfû hadis veya hüküm kaynağı olarak görmeleri de işin cabası… Kur’an-ı Kerîm gibi algılıyorlar, hadis kitabında yer alan her kelime peygamberin ağzından çıkmış, öyle biliyor, öyle algılıyor hazret…

Bir diğeri branşı felsefe, işini gücünü bırakmış hadisle uğraşıyor. Alıyor uydurma rivayetleri, hadis diye var olan her şeyin bu gibi uydurmalardan ibaret olduğu algısı oluşturma çabasında. Üstelik bu uydurmalardan halkın haberi yok aslında, kendileri gündeme getiriyor, halkın kafasına sokuyorlar; sonra da siz konuşmalarınızda veya sohbetlerinizde ağzınızdan hadis diye bir söz çıksa “hadis mi hocam, geç onu sen!… Kur’an’dan haber ver!” diyor, şaşırıp kalıyorsunuz. Bu ne yıkım!.. Bu ne felaket!.. Sor hazretlere! Dini hurafelerden temizliyorlar (!). Be kardeşim din sizin o söylediklerinizden ibaret değil ki. Az önce de söyledim. Halkın hiçbirinin bunlardan haberi yok. Teravih namazı var mı, yok mu, sekiz rekât mıydı, yirmi rekât mıydı, orucu fazla tutuyoruz, az tutuyoruz… tartışmalarının kime ne faydası var? Ruhsuz, heyecansız bir din oluşturma çabaları mı bunlar yoksa? Teravihsiz bir ramazan ayı düşünemiyorum. Paralelin veya o malum projenin yarım bıraktığı, tamamlayamadığı işi tamamlamak size mi düşmüş?  Bu tartışmalarla otorite kalmadı. Artık öğrenciler sınıfta söylediklerimize itibar etmiyor, bizi dinlemiyorlar, Ebû Hanife’yi dahi hiçbir ilmi dayanak olmadan, sağdan soldan dayanaksız dolma bilgilerle rahat eleştirebiliyorlar! Bu yıkımın vebali kimin? Hem sonra ilmi platformlarda tartışılması gereken konuların ekranlarda konuşulması ne derece isabetli?.. Bunun vebalini kim çekecek?. Halk uydurma hadisin ne olduğunu dahi bilmiyor. Yeminle söyleyebilirim o zat da bilmiyor. Fakat şu medya yok mu, bir de şu şöhret? İki hayran (!) da bir iki mesaj attı mı? Tamam!

Bir de bir kavram üretmişler! Uydurulmuş din! Şu anda yaşamakta olduğumuz din uydurulmuş din oluyor. Yani hadislerle yapılan açıklamalar, uygulamalar uydurulmuş din oluyor. Bir de indirilmiş din var. Kur’an!. Ne kadar masum bir ifade değil mi? Aslında Kur’an’la sünneti ayırmak kimin haddine? Neden bu iki aslı, at başı gibi ayrı kulvarlarda koşturup rakipmiş gibi bir algı oluşturuyoruz? Uydurulmuş din kavramını üretenler ve bu kavramı savunanların –şayet rükûlu ve secdeli namaz kılıyorlarsa- kıldıkları hiçbir namaz kabul değildir. Çünkü biz rükûumuzu ve secdemizi o bahsettikleri uydurulmuş dine göre yapıyoruz. Hadis Kur’an’ın kendisidir diyen o tıpçı kardeşim, merak ediyorum secdesini ve rükûsunu hangi ayete göre yapıyor? Rükûnun doksan derecelik eğilme ile secdenin yere kapanma ile yapıldığını hangi ayetten almışlardır?.

Ah bir de bazıları rükû ve secdeli namazın geçmiş ümmetlerden geldiğini, bunu Hz. Muhammed’in ortaya koymadığını söylemezler mi? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Allah aşkına en küçük tarihi bir bilgi ile müşrikler veya ehli kitap arasında secde ve rükû ile ibadet edildiğini veya bir şekilde namaz kılındığına dair bir veri nakledebilirler mi?!.

Biri de hadislerden bahsederken öyle şüpheci bir tablo çiziyor ki şaşarsınız. Ardından Hz. Ömer’den bir olay naklederken öyle kesin bir tablo çiziyor ki anlatamam. O da nakil, o da nakil. Neden Hz. Peygamber’den olunca şüpheli, Hz. Ömer’den nakledilince kesin oluyor. Anlamak zor.

İsim vereceğim. Toplumla paylaşılan bir bilgi dedi kodu olmaz. Bir vakfın hafızlık merasimi vardı. Davetliydik biz de katıldık. Sayın Yusuf Kaplan da vardı ve bir konuşma yaptı. Yusuf Beyi severim. Hep de dinlerim. Derdi olan biridir. Fakat bu durum, bir sitemimi ve üzüntümü dile getirmeme mani olmasa gerek.  İlahiyatçıların Gazâlî’yi ve Râzî’yi okumadıkları ve okuyamadıkları yönünde bir eleştiri yaptı. Bu gibi yerlerde bazılarına pirim vermek, bütün bir camiayı karalamak, saygınlığını yitirmeye vesile olmak hoş değildir. Bu onun da arzuladığı başarıyı ve hizmetleri engeller.  Genellemeler hiçbir zaman doğru değildir. Bir de neyi ve nerede konuşmamız gerektiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yusuf Beyin ilahiyatçılardan bir özür dileme borcu vardır. Bu vakfın başkanı da maalesef, benim bulunmadığım açılış konuşmasında da ilahiyatçılara laf atmış.

Değerli dostlar. Birilerinin hatalarını neden bir kurumun tamamına mal ediyoruz! Bütün ilahiyat hocaları karalandığında, otoriteleri sarsıldığında sınıfta öğrencilere ders anlatırken acaba bizi hangi duygularla dinlerler? Bunları neden hesap etmiyoruz?  Bunların kime ne faydası var? Acaba öğrencilerimizin motivasyon eksikliğinin bir sebebi de bu olabilir mi? Öğrenci aldığı bilgilerin doğruluğuna inanmıyorsa bilgi edinmek için değil sadece sınıfı geçmek için ve sadece imtihana endeksli çalışacak, sınav sonunda da o bilgileri çöpe atacak. Bu durumda kime güvenecek, işte bu derneklerde ve mensup olduğu cemaatten duyduklarına… Bu, bindiğimiz dalı kesmek değil mi?

Din eğitim ve öğretimi veren kurumları aynı denize akan birer nehir olarak veya aynı ile değişik yönlerden giden yollar olarak neden algılamıyoruz? İlla varsa da yoksa da benim, gerisi tufan mantığından hareket mi etmek gerekiyor?!. El ele verip yürümek var iken, herkesin bir ucundan tutması var iken düşman kesilmek niye?..

Evet, dostlar ne oluyoruz? Rahatlık elbisesi geniş mi geldi bize ne? Eskiden yediğimiz tokatları mı özledik? Yetkililerin bu aymazlığa bir şekilde dur demesi gerekir diye düşünüyorum. Tabi ki baskıyı kastetmiyorum.  Gerçekleri anlatan bir platform mu oluşturulur bilmem. Korkum o ki yeni bir paralelin doğması. Allah korusun güç kazanan başkasını yok etmeye kalkıyor da….

Evet, bu ne hâl, ne oluyoruz? Yoksa bu bir proje mi? Bu bir proje ise kimin projesi?.. Bu üst akıl kim? Hep biz mi? Bir karşı proje oluşturacak akıl yok mu bizde? Bu kadar başarı sağlıyorlarsa helâl olsun. Başka da diyeceğim yoktur.

Kusurumuz olduysa af ola! Zülfüyâra dokunduysak bağışlana!….

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

18.04.2016

Bu yazımı 18.04.2016 tarihinde FaceBook’da yayımlamıştım. Ancak güncel tartışmalara bakarak bugün bu yazıyı sitemde de yayımlamayı uygun gördüm. Saygılarımla…

 
Yorum yapın

Yazan: Ekim 25, 2017 in GÜNDEM

 

Gündem/Kurbanı Anlamak!

 

Kurbanı Anlamak!

 

‘Kurban’ kelimesi, sözlükte ‘yakın olmak’ anlamına gelen ‘kurb’ kökünden türemiş dînî bir kavramdır. Sözlükte ibâdet ve yakınlık mânâsına gelen[1]; ancak, ‘kendisiyle mânen Allah’a yaklaşılan her hayır ve itaat’i ifade eden ‘kurbet’ kelimesi ile ‘kurban’ kelimesi aynı kökten türemiştir.[2] Dolayısıyla ‘kurban’, ‘mânen Allah’a yakınlık vesilesi olan şey’ demektir[3].

Bir hadîs–i şerifte de, “Namaz, bütün müttakîlerin kurbanıdır.”[4] buyurularak, namaz kulu Allah’a yakınlaştıran en önemli ibadetlerden olduğu için kurban olarak ifade edilmiştir. Çünkü takva sahipleri, namazla sadece Allah’a yakın olmayı murad ederler[5].

Görüldüğü gibi Allah’a yakın olabilmenin çaşitli yolları vardır; bu yollardan biri de kurbandır.

Kurban kesmenin amacı mahzâ takarrub/taabbud, yani Allah’ın rızasını ummak ve O’na yakın olmaktır. Kurban kesmeye yönelten tek sâik Allah’ın emrini yerine getirmek, rızasını elde etmek ve bu vesileyle lutfuna, mağrifretine mazhar olmaktır. Zaten bunun dışında güdülen bütün maksatlar O’nun katında makbul değildir.

Yüce Allah, kullarının ne kurbanına ne de başka bir fiiline muhtaçtır. Tamamen insanların yararına olan bu eylemin Allah’a izafe edilmesi ise, bu tür eylemlerin O’nun emri ile yerine getirilmiş olmasındandır; bunlar O’nun yüceliğini, ilâhlığını ve rablığını kabul etmenin bir ifadesi olduğu içindir. Yüce Allah’ın mahzâ insanların yararına olan kulluk eylemlerini kendine izafe etmesinin hikmeti, O’nun emrine imtisâlen yerine getirilmiş olmaları ve gönül hoşluğu ile gerçekleşmelerini temin etmektir. ‘Allah için’ denmese ve O’nun rızasını kazanma hedefi olmasa ve karşılığında ebedî ve mutlu bir hayattan ibaret olan cennet vaat edilmeseydi, kim yapardı bu eylemleri?!.

İslâm tevhîd dinidir. Kurban da tevhîdin nişanesi, onun bir başka şekilde ifadesidir. Adına kurban kesmeye yegâne layık varlığın Allah olduğunun bir göstergesidir.

Hayvanları keserken yalnız Allah’ın adının anılması, Allah’tan başkası adına kesilen ve sadece Allah’ın adının anılmadan boğazlanan hayvanların etlerinin haram kılınması, bu dînin hayatın tamamını şirkin etkilerinden arındırmaya verdiği önemi ifade eder. Sadece düşünce ve vicdanı arındırmakla yetinmediğini gösterir. Çünkü bu dîn bütün ilkeleri, amaçlarıyla tevhîd dînidir.

Kurban bir ibadet şekli, Allah’ı anmanın bir başka yoludur. Temel amaç Allah’ın emrini yerine getirmek, O’nun rızasını kazanmak olmakla beraber, kurbanın hem kesene, hem diğer insanlara büyük yararları vardır. Her şeyden önce kurban kesilebilecek hayvanlar, Allah’ın insanlara bahşettiği birer rızık vasıtalarıdır. Sütlerinin yanı sıra etlerinden de yaralanılmaktadır. Kurban edilmeleri dışında sırf et için binlerce hayvan kesilmekte ve toplumun et ihtiyacı karşılanmaktadır. Burada insanoğluna düşen görev, söz konusu hayvanları hem yaratan, hem etlerinin yenmesini helâl kılan Rablerine şükretmektir. Dolayısıyla kurban aynı zamanda haram ve helâl kılma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunun bir ifadesidir.

Kurbanı bir mânâda, yoksullara yardım etmenin ibadetleştirilmesi’ olarak algılamak da mümkündür. “Bu hayvanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de sıkıntı içinde bulunan yoksullara yediriniz.”[6] âyetinde bunu açıkça görmek mümkündür.

Kurban bayramında kurban olarak kesilen hayvanların etinden yenmesine ilişkin emir, bu etten yemenin serbestliğine işaret etmek ya da yemeye teşvik etmek amacına yöneliktir. Ancak fakiri doyurmaya ilişkin emrin yerine getirilmesi, bir zorunluluk ifade eder.

Kurban hakkında Kur’an’ın birkaç âyeti şöyledir:

“Büyükbaş hayvan kurban etmeyi de Allah’ın size emrettiği ibâdet biçimlerinden saydık. Onlar size çeşitli yararlar sağlarlar. Ön ayaklarını bağlayarak onları boğazlarken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yan üstü düşüp öldüklerinde etlerinden hem kendiniz yiyiniz hem de isteyene ve istemeyene yediriniz. Şükredesiniz diye o hayvanları böylece yararınıza sunduk.”[7]

“Gelsinler de çeşitli yararlarını gözleri ile görsünler ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belirli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Bu hayvanların etinden hem kendiniz yiyiniz, hem de sıkıntı içinde bulunan yoksullara yediriniz.”[8]

“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!”[9]

Görüldüğü gibi âyetler kurban kesilirken Allah’ın adının anılmasını öncelikle vurgulamaktadır. Çünkü kurbandan maksat Allah katında kurbiyet kazanmaktır.

Kurban bir takvâ eğitimidir. Kesilen kurbanın ne eti ve ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan sadece amaçlar, sâlih ve samimi niyetler, yani takvâdır. Yoksa kesilen etin tamamını yine insanlar tüketmekte, ailesi kalabalık olanlar tasadduk etmeden tamamını tüketebilmekte, bununla beraber aynı oranda kurban kesme sevâbına nail olabilmektedir. Bu, bir şeyi, bir fiili Allah için ve Allah’ın emriyle yapabilme, maldan feragat etme/edebilme eğitimidir.

Takvâ; Allah’tan korkmak, O’na karşı saygısızlık yapmaktan sakınma azmi ve duygusu içinde olmaktır. Takvâ duygusunun barındırdığı korku, bir ihlâl sonucu gelecek cezanın vereceği elem düşüncesinden ziyade, Allah’ın sevgisini kaybetme endişesinden kaynaklanır. Diğer bir ifade ile takvâ, eleme dayalı değil, sevgiye dayalı bir korkudur. Kaynağı sevgidir, sevgiden mahrum kalma endişesidir. Bu yüzden takvâ; kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler, gönüller onunla beslenir, onunla güçlenir, onunla aydınlanır. Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı yalnız takvâdır.

Öyle insanlar vardır ki varlığını tümü ile yüce Allah’ın rızası uğruna kullanır, hiçbir şeyini geriye bırakmak istemez, Hz. Ebûbekir gibi. İşinde ve çalışmasında şahsını asla hesaba katmaz. Çünkü Allah’ta fâni/yok olmuştur, bütünü ile O’na yönelmiştir.

Kurban, Allah’ın sevgili kulları Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail’in Allah’a en zirve teslimiyetlerinin ve Hz. İsmail’in fidye ile kurtuluşunun anısıdır.

Kurban Allah’a sadakatin en güzel örneğidir. Kurban bir cömertlik testidir.

“Allah’ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah’a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[10]

Kurban aynı zamanda bir dostluk sınavıdır. Hz. İbrahim, “Rabb’im bana iyilerden olacak bir çocuk ver.”[11] diye rabbinden bir istekte bulunmuş, Yüce Allah da, her şeyden soyutlanıp temiz bir kalp ile kendisine yönelen sâlih kulunun duasını kabul etmiştir.

“Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.” “Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün bakalım ne dersin?’ Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.”[12]

Oğlu çocukluktan kurtulup onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde, ona tam alışıp biricik oğluyla huzur bulduğu anda Hz. İbrahim rüyasında oğlunu boğazladığını gördü. Bu rüyanın Rabbinden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anladı. Çünkü o bir peygamberdi ve peygamberlerin rüyaları doğruydu; rahmaniydi; hakikatti. Bu yüzden Hz. İbrahim tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez. Tam bir teslimiyet içinde bir işaretle aldığı emri yerine getirmeye koyulur. Hz. İbrahim’in bu teslimiyeti karşısında yüce Allah’ın merhameti yetişir:

“Biz ona `İbrahim’ diye seslendik. `Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten bu apaçık bir imtihandı. Ve fidye olarak ona büyük bir kurban verdik.”[13]

Amaç Hz. İbrahim’in teslimiyetini ölçmek, onu gelecek nesillere örnek olarak sunmaktı. Dolayısıyla imtihan bitmiş, hedefler gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmış, sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah’ın imtihan etmedeki hedefi insanların canını yakmak değildi elbet. Onun buna ihtiyacı yoktur. Bu yüzden Hz. İbrahim’in bu teslimiyeti, emri yerine getirmiş sayılmasına yetmiştir.

Kurban en sevdiğinden Allah’tan yana feragat edebilmektir. Hz. İbrahim bunun en güzel örneğini vermiştir.

Hz. İsmail’in kurban edilmesi hadisesinde, “Allah bir insanın kendisine kurban edilmesini ister mi?” sorusu akla gelebilir. Aslında Yüce Allah’ın bu ve buna benzer hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Peki, o zaman Hz. İbrahim’den istenen şey neydi? O talep gerçek değil miydi? Evet, o talep bir sınav talebiydi; sevgi sınavı!.. Geçmiş de dâhil, o ana ve son peygambere kadar yüce Allah’ın insanı kurban etmek gibi bir talebi, bir emri olmadığına göre, bu bir sınav talebiydi. Yoksa Yüce Allah gerçekte insanın kurban edilmesini isteseydi Hz. İsmail’in kesilmesine müsaade ederdi.

Daha sonra Hz. İbrahim oğlu ile birlikte, “Ey Rabb’imiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibâdet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin ve çok merhametlisin.”[14] diye dua etmiştir.

 Hacda kesilen kurbanın apayrı nişaneleri, sembolik yönleri vardır. Çünkü hacda yerine getirilen özel ibadet ve şeâirin temel gayesi kalplerde takvâ duygusunu uyandırmaktır. Zaten hac mevsiminde yerine getirilen özel ibâdetler ve şiarlar Kâbe’nin Rabbine yönelişten, O’na itaat etmeyi somutlaştıran sembolik davranışlardan başka bir şey değildir. Bu davranışlar özünde Hz. İbrahim’den bu yana yaşanan anıları barındırmaktadır; Allah’a teslimiyet ve yönelişin anılarıdır. Kurban da bunlardan biridir.

Namaz kılmak da kurban kesmek de Allah’a samimiyetle yönelişin bir göstergesidir. “Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”[15] emri bunun ifadesidir.

Kurban, “Rabbim! Gerektiğinde senin için, sen emrettiğin için senin uğrunda canımı bile feda edebilirim.” duygu ve inancını canlı tutma eğitimidir.

Kısacası, Kurban bir feragat eğitimidir.

Kurban aynı zamanda bir merhamet eğitimidir.

03.11.2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***

 


[1] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305 ,I, 424.

[2] İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, Beyrut  trs., I, 665.

[3] Âsım Efendi, age, I, 425.

[4] Ahmed b. Hanbel, III, 321, 399.

[5] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, Beyrut, trs., IV, 32.

[6] 22/ Hac, 28.

[7] 22/Hac, 36

[8] 22/Hac, 28.

[9] 22/Hac,37

[10] 3/Âl-i İmrân, 180.

[11] 37/Saffât, 100.

[12] 37/Saffât, 101-102.

[13] 37/Saffât, 104-107.

[14] 2/Bakara, 128.

[15] 108/Kevser, 2.

 
Yorum yapın

Yazan: Aralık 3, 2008 in GÜNDEM

 

Onyedinci Hadis/Müslüman mı Orucu Tutar, Oruç mu Müslümanı?!.

Onyedinci Hadis

 

 

‏‏ عَنْ أَبِي صَالِحٍ الزَّيَّاتِ أَنَّهُ سَمِعَ أَبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : قَالَ اللَّهُ كُلُّ عَمَلِ ابْنِ آدَمَ لَهُ إِلَّا الصِّيَامَ فَإِنَّهُ لِي وَأَنَا أَجْزِي بِهِ وَالصِّيَامُ جُنَّةٌ وَإِذَا كَانَ يَوْمُ صَوْمِ أَحَدِكُمْ فَلَا يَرْفُثْ وَلَا يَصْخَبْ فَإِنْ سَابَّهُ أَحَدٌ أَوْ قَاتَلَهُ فَلْيَقُلْ إِنِّي امْرُؤٌ صَائِمٌ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَخُلُوفُ فَمِ الصَّائِمِ أَطْيَبُ عِنْدَ اللَّهِ مِنْ رِيحِ الْمِسْكِ لِلصَّائِمِ فَرْحَتَانِ يَفْرَحُهُمَا إِذَا أَفْطَرَ فَرِحَ وَإِذَا لَقِيَ رَبَّهُ فَرِحَ بِصَوْمِهِ ‏”‏‏.

 

Ebû Hûreyre’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah ‘Oruç dışında bütün ameller âdemoğlu içindir. Oruç ise benim içindir. Onun mükâfatını da ancak ben takdir ederim.’ buyurdu.  Oruç bir kalkandır. Sizden biriniz oruç tuttuğu günde kötü söz söylemesin, hiç kimse ile didişmesin/sataşmasın, eğer ona biri kötü söz söylerse ya da fiilî saldırıda bulunursa ‘ben oruçlu bir kimseyim’ desin. Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha temizdir/hoştur. Oruçlunun iki sevinç anı vardır. Biri orucunu açtığında sevinir. Diğeri de rabbiyle karşılaştığında orucuyla sevinecektir.”

[Buhârî, Savm 2, Tevhîd 35; Müslim, Sıyâm 162, 163]

 

 

Müslüman mı Orucu Tutar, Oruç mu Müslümanı?!.

 

Ramazana girerken sizinle paylaşmak istediğim bu hadisin en önemli iki vurgusundan biri oruca takdir edilen mükâfattır; diğeri de orucun kötülüklerden koruma özelliğidir.

Bilindiği gibi Müslümanlığın temel şartlarından biri senede bir ay Ramazan ayında oruç tutmaktır. Müslümanlığı kabul edip geçerli herhangi bir mazereti bulunmayan herkesin senede bir ay oruç tutması, dinî bir görevdir; Yaratıcının bir emri ve Müslümanlığın bir gereğidir. Bu emri yerine getirmek gerçek inananlara büyük bir mutluluk, yerine getirmeyenlere ise manevî bir huzursuzluk/ruhî bir sıkıntı verir. Çünkü Allah’ın emirlerini yerine getirmede en büyük muharrik güç, gönüldeki imandır.  Bu yüzden oruç tutmak suretiyle hissedilen mutluluk ve huzur, tutulmadığı takdirde duyulan rahatsızlık iman gücü ile doğru orantılıdır. Emir ve görev ihlalinden hiçbir rahatsızlık duyulmuyorsa imanın kontrol edilmesi ya da sorgulanması gerekir. Varlık ve yaşamımızı; eş, evlat, sağlık, servet, makam gibi sahip olduğumuz her şeyi kendisine borçlu olduğumuz bir varlığın/yaradanın emrini ihlâl etmek rahatsızlık vermiyorsa bu ciddi bir sorundur. Bu sorunun/hastalığın tedavi edilmesi gerekir.

Yüce Allah orucun önemini, onu kendine izafe ederek belirtmektedir. Oruca yönelişin yanı sıra, ona gösterilen hassasiyeti temin eden güç ve amaçlanan etkinliğinin kişi üzerindeki yansımalarını tayin eden unsur, “Allah için” kavramının ifade ettiği anlamdır; bu kavramın algılanılışıdır.

Hadis, oruç tutmanın belirlenen zaman aralığında sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığını, kişinin günlük hayatında birtakım müspet yansımalarının olması gerektiğini ifade etmektedir. Onun bu özelliğini Hz. Peygamber güçlü bir teşbihle “kalkan”a benzeterek dile getirmektedir. Yani oruç Müslümanı tutar, ona günah işletmez, işletmemeli. Oruçlu kimse oruçlu olduğunu hatırlayarak yalan söylememeli, haksızlık yapmamalı, başkalarını incitmemeli, davranışlarına son derece dikkat etmeli… Zaten Müslümanlığın amacı olgun bir insan yetiştirmek değil midir? Hz. Peygamber “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların/başkalarının zarar görmediği kimsedir.” [Buhârî, İmân 4] buyurmadı mı?!.

Hadiste orucun dışında bütün amellerin âdemoğlu için olup yalnız orucun Allah için olduğunun belirtilmesi, riyasız/gösterişsiz yerine getirilen ibadetin sadece oruç olduğunun ifadesidir.  Bütün ibadetler sadece Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapılması gerektiği halde bunlara riya/gösteriş ve şaibe karışabilir. Allah’ın rızası dışında başka amaçlar güdülebilir. Fakat oruç öyle değildir. Örneğin yanımızda yiyip içmediğini gördüğümüz bir insanın oruçlu olup olmadığını anlayamayız. Oruç dışındaki ibadetler, takdir edilme, beğenilme gibi birtakım dünyevî menfaatler için yapılıyor olabilir ama oruç için böyle bir şey söz konusu olamaz. Oruç tutan bir insan başkalarına oruçlu olduğunu söylemedikçe oruçlu olduğu anlaşılamaz.

Ayrıca tarihe bakıldığında putperest hiçbir kavim, putlarına oruç gibi bir ibadet sunmamıştır. Namaza benzer birtakım şekilsen boyun eğişler, tazım gösterileri, kurban adakları sunulmuş, fakat oruç gibi bir tazım gösterisi yapılmamıştır. Bu da riyasız yerine getirilebilen tek ibadetin oruç olduğunu gösterir. Ayrıca bir kimse gizlice yiyecek olsa, bunu kimse fark edemez. Kişi ile Allah arasında cereyan edebilen riyasız tek ibadet, oruçtur. Onun için mükâfatı da büyüktür ve yüce Allah orucun önemini ‘sadece oruç benimdir’ ifadesiyle belirtmiştir.

Hadiste oruç bir kalkana benzetilmektedir. Çünkü aslında orucu tutan biz değil, oruç bizi tutmaktadır. Oruçlu insanın günaha olan meyli ve arzusu ramazanda ve oruçlu iken azalmaktadır. Daha fazla tövbeye/günahlardan pişmanlığa yönelmekte ve kişinin üzerindeki manevî etkisi daha belirgin bir şekilde görülebilmektedir. Ayrıca oruç sabır eğitimi yaptırarak kişiyi adeta melekleştirmektedir. Zamansal olarak suç oranlarına bakıldığında, bu oranın diğer zamanlara oranla ramazan ayında daha düşük olduğu görülmektedir.

Hz. Peygamber oruçlunun kötü söz söylemesini yasakladığı gibi oruçluya sataşan birilerinin çıkması durumunda oruçlu olduğunu hatırlatarak sataşanı uzaklaştırmasını önermektedir. Aslında bu hatırlatma başkasından ziyade kişinin kendisine yaptığı bir hatırlatma ve bu sayede sataşana karşılık vermemesi tavsiye edilmektedir.

Hadiste ayrıca oruçlunun iki mükâfat anına temas edilmektedir. Birincisi iftar anında duyulan sevinç ve heyecandır. Oruçlu kimse, iftar anında Allah’ın emrini tutmanın, hiçbir zorlama olmaksızın gün boyu tuttuğu orucun sevincini duyar. Bir de kıyamette alacağı mükâfat sonucu büyük bir sevinç ve heyecan duyacaktır.

İbadetlerin asıl gayesi ‘Allah için’ ve ‘Allah rızası’ olmakla beraber, insanın üzerinde eğitici fonksiyonu vardır. İnsanları kötülüklerden alı kor, iyiliğe meylettirir, meleklik vasıflarını güçlendirir, kötülük yapma arzu ve eğilimlerini azaltır veya yok eder. İbadetlerin emrediliş hedefinde insanları eğitmek de vardır ve bu faydası da açıkça görülebilmektedir.

Ramazan bir heyecandır, imanın tadını, hazzını hissetme, dinî yaşantının manevî havasını soluma heyecanıdır… Bu heyecanı hissederken “Allah’ım iyi ki Müslümanım, iyi ki müminim. Sana inandığım için sana sonsuz şükürler olsun. Sana inanmasaydım, senin şu yüce dinini kabul etmeseydim, bu imanı bana nasip etmeseydin bu hazzı, bu tadı tadamayacak, bu mutluluk ve huzurdan mahrum kalacaktım…” diyeceğinizi duyar gibiyim. Her ne kadar yüce Allah orucun önemini belirtmek için ‘oruç benimdir’ ifadesini kullanıyor olsa da, orucun gerçek faydası bizedir. Çünkü O’nun bizim ne orucumuza ve ne de başka herhangi bir ibadetimize ihtiyacı vardır. Minnet duyması gereken bizleriz.

Sana inandığım için Sana şükürler olsun Allah’ım. Hindistan’da fareye tapan biri olabilirdim, ama değilim. Bu ne büyük bir devlet!..

Onbir ayın sultanı Hoş geldin Ramazan!

Ey oruç tut beni!…

Ramazan ikliminden en iyi şekilde yararlanmak ümidiyle herkese hayırlı Ramazanlar diliyorum…

30. 08. 2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 
Yorum yapın

Yazan: Ağustos 31, 2008 in • Hadis Yorumları, GÜNDEM

 

Kutlu Doğum/Peygamber’i Sevmek!..

http://www.cemalagirman.com

Peygamber’i Sevmek!..

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN*

Giriş

En yalın ifadesiyle ‘gönlün bir şeye meyletmesi, ona doğru akması’ demek olan sevgi, duygusal bir olgu, yaşanan bir heyecandır. Bu yüzden sevgi anlatılamaz, yaşanır, hissedilir; ancak tezahürleri vardır. Kişi sevdiğine karşı, ruhunu hep olumlu yönde etkileyen duygusal hazlar, gönlünde hoşuna giden kıpırdanmalar hisseder.

Sevginin en önemli tezahürleri eylem alanında görülür. Örneğin kişi sevdiğini kırmaz/kıramaz, isteklerine boyun eğer; ortak yönleri çok olduğu için genellikle aynı şeylerden hoşlanırlar, aksi takdirde birbirlerini sevemezler.

Sevgi öyle bir olgudur ki, sevgiliden gelen incitici şeyler, sevene eziyet değil, haz verir. Sevgililer birbirlerini hep görme iştiyâkındadırlar; göremezlerse birbirlerini, hatıralarla, ortak şeyleri yaşamakla o hazzı duymaya çalışırlar.

Sevgi ile bilgi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Özellikle biyolojik bağ bulunmayanlar arasında cereyan eden aklî sevgide bilgi daha büyük bir önem arzeder. Çünkü aklî sevgide sevme duygusunu harekete geçiren güç; bilgidir, tanımadır. Bu yüzden aklî/iradî sevgide bilgi, sevme olgusundan öncedir.

Peygamber sevgisi, duygusal/tabiî değil, aklîdir, iradîdir. Onu sevmek için bilmeye, tanımaya ihtiyaç vardır. Bu yüzden peygamberliği ve peygamberlik makamını bilmek, onu idrak etmek, peygamberi sevmekle doğru orantılıdır. Bilgi ve idrak arttıkça sevgi de artar.

İnananların  peygamberle olan sevgi bağları biyolojik değil, dinîdir. Dünya ve ahiret hayatını doğrudan ilgilendiren hayatî yönü vardır. Bu kabil bir sevgi ancak akılla sorgulanarak, sonucunun muhasebesi yapılarak elde edilebilir. Onun için Yüce Allah bile, insanların kendisine iman edip itaat ve kulluk etmelerini isterken önce kendisini en yüce sıfatlarıyla tanıtmakta; her namazın her rekâtında okunan Fâtiha sûresinde bütün hamt ve övgülerin varıp kendisine dayandığını, gerçek manada övgülere layık olanın ancak kendisinin olduğunu, sadece kendisine boyun eğilmesi ve yine sadece kendisinden yardım dilenmesi gerektiğini bildirmektedir. Bütün hamtler O’nadır; çünkü, bütün alemlerin rabbi, sahibi, yaratıcısı O’dur; rahmandır, rahimdir, din gününün/ahiretteki hükümranlığın sahibidir. Bütün bunlar, insanın aklını kullanarak gerçekte kimin rablığa, ilâhlığa layık olduğunu idrak etmesi, gerçek rabbini tanıyıp O’nu sevmesi içindir. Yani bileceksiniz/tanıyacaksınız ki sevebilesiniz; bileceksiniz ki kulluk edebilesiniz; bileceksiniz ki neden kulluk ettiğinizi idrak edebilesiniz!

Peygamberi sevmek de böyledir; nedeni ve niçini bilinmeden kendiliğinden doğmuyor bu sevgi. Çünkü sevgiyi doğuran sebepler vardır; akıl onları idrak eder, bunun sonucunda duygular harekete geçer ve böylece sevgi doğar.

Peygamber sevgisi, diğer insanları sevmek gibi, sadece bir hayranlık sonucu varlık alanına çıkan veya başka herhangi bir nedenle var olabilen, eylem olmadan da geçerli sayılan bir sevgi değildir şüphesiz. Bu sevgi eylem ister, gereğinin yerine getirilmesini ister. Bir eylemi gönül hoşluğu ile ortaya koymanın yolu da sevgidir.

Peygamberi sevmek ve bu sevginin gereğini yerine getirmek, İslam inancının bir gereğidir[1]. Her şeyden önce hayat sadece yaşanmakta olan bu dünyadan ibaret değildir. Asıl ve ebedî hayat önümüzde bizi bekliyor. Hz. Ali’nin, “Dünya arkasını dönüp gitmekte, âhiret ise yüzünü dönmüş bize doğru gelmektedir. Her birinin âşıklıları vardır. Siz âhiret yurdunun âşıklıları olun! Bugün amel var, hesap yok; yarın hesap var, amel yok!”[2] sözü, son derece anlamlıdır.

Âhirette iyi bir yaşam standardı hak etmek herkesin arzusudur. Hiç kimse ebedî sürecek bir hayatın sıkıntı ve acılarla dolu olmasını hayal bile etmek istemez. O halde iyi ve mutlu bir hayata talip olmak, aklın gereğidir. Bu hayatı elde etmenin yolu da Allah’ı sevmek, O’nun buyruklarına uymakla mümkündür. Allah’ı sevip O’nun buyruklarına uymanın yolu da peygamberi sevmek ve ona uymaktan geçer: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”[3] Çünkü Peygamberler, yaratan ile kul arasında, vahiy yoluyla iletişimi sağlayan vasıtalardır. Yaratana kulluk görevleri ancak onların sayesinde yerine getirilebilmektedir. Allah Teala toplumları uyarmadan, onlara elçi göndermeden, doğru ile yanlışı bildirmeden ceza takdir etmiyor. Çünkü o sonsuz adalet sahibidir. Onun amacı kullarına azap etmek değil, azabı gerektirecek eylemlerine engel olmaktır. Ama kul inat eder ve bütün uyarılara rağmen haksızlık yapar, başkalarına zülmeder, yaratıcısını inkar ederse, bu durumda ceza ilâhî adaletin gereği olur.

Aslında insanoğlu peygamberi sevmenin karşılığı ve sonucuna baktığında onu sevmemeye herhangi aklî bir engelin olmadığını görür. Küçük bir muhasebe, duyguların ona doğru akması için yeterlidir. Onu tanıyıp da ona aşık olmamak mümkün mü?!. Çünkü onu sevmek ve gereğini yerine getirmek, ebedî mutluluğu kazanmak demektir.

Peygamberi sevip onun yolundan gitmek, aslında Allah’a itaat etmektir. “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”[4] Çünkü o, Allah’ın iradesine ters düşen bir şey yapmaz. Zelle diye ifade edilen irade dışı küçük yanılmalara maruz kalsa bile Allah onu hemen uyarır ve o da yanılgısından hemen tövbe eder, vaz geçer.

Peygamberler toplumların en karanlık günlerinde, zulüm ve adaletsizliğin en yoğun yaşandığı dönemlerde gönderilmişlerdir. Peygamberlerin olmadığı ve ilâhî vahyın unutulduğu dönemlerde hep zulüm, kan, gözyaşı hâkim olmuştur. Zulüm ve karanlıklar içinde bunalan Mekke müşrik toplumunun, kurtarıcı olarak geleceği beklenen peygambere olan arzulu bekleyişlerini  “nerede kaldı o kurtarıcı peygamber!” diye dile getirmeleri, bunun en açık delilidir.

Medeniyetler peygamberlerle kurulmuş, onlarla inkişaf etmiştir. İnsanoğlu medenî yaşamı, gerçek insanlığını, ahlâkı, hakikati, doğruyu ve yanlışı onlardan öğrenmiş, adâleti onlarda görmüş, ferdî ve toplumsal zulümler onların çabalarıyla kalkmış, neyin adâlet, neyin zulüm olduğunu onlar bildirmişlerdir. Kısacası onlar, insanlığın mutluluğu için çabalamış, hayatlarını bu uğurda feda etmişlerdir.

Aslına bakılırsa yüce Allah’ın bizim kendisini veya kutlu elçisini sevmemize, şöyle ya da böyle davranmamıza ihtiyacı yoktur. Bütün bunlar insanoğlunun kendisi, mutlu hayat sürebilmesi içindir.

Dünyevî her ihtiyacı mükemmel bir şekilde karşılanan, fakat Allah’a inanmayan bir insanın ruhî açıdan mutlu olduğu söylenemez. İnsanın fıtratında, bir yaratıcıyı sevme, O’na inanma, O’na dayanma ve sığınma duygusu vardır. Allah’a inanmayanlar bu duygularını tatmin edemezler. Dünya nimetlerinden istenen zevki de alamazlar. Onların zevk ve mutlulukları anlıktır, geçicidir. Varlıkla mutlu oluyorlarsa, varlıkları ellerinden gidince mutsuz olurlar. Onları teselli edecek manevî dayanakları yoktur. Her şey Allah inancı ve Allah sevgisiyle anlam ve lezzet kazanır. Örneğin insanlarda başkalarına yardım etme duygusu vardır. Yardım eden insanlar eylemlerinin sonucunda bir haz duyarlar. Yardım edenler yaptığı yardımdan tam bir haz alabilmeleri için Allah inancına, Allah sevgisine ihtiyaç vardır. Eğer bu inanç yoksa o zevki tadamazlar. Çünkü karşılıksız olarak başkalarına yardımı belli bir noktada anlamsız bulurlar; yardım edilenler veya çevreleri tarafından takdir edilmezlerse, yaptıkları yardımdan zevk alamazlar. Fakat Allah inancı taşıyanlar “balık bilmezse hâlik bilir” inancıyla yaptıkları yardımdan her hal ü karda haz duyarlar. Dolayısıyla her şeyden önce Allah’a inanmaya, O’nun buyruklarına uymaya ihtiyacı olan bizleriz. Dünya hayatının zevkini tadabilme hakikati bu gerçeğin temelinde yatmaktadır.

Ahlâk büyük bir erdemdir. Dünya mutluluğu için vazgeçilmezdir. Toplumlar ancak ahlâk kurallarına uydukları oranda mutluluğa ererler. Bunun ilkelerini uygulamalı ve bir hayat modeli olarak en iyi ortaya koyan peygamberlerdir. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin.”[5] sözüyle onların ahlâkları Allah Teala tarafından tescil edilmiştir. Çünkü onları terbiye eden bizatihi yaratanın kendisidir. Bu yüzden onlar şeytanın ve nefsin tasallutundan korunmuşlardır. Bu da en güzel örnekliği ortaya koyabilmeleri ve insanlara sunulan hayat modelinde yanlış yapmamaları içindir. “Andolsun ki Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününün mutluluğuna kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[6] Dolayısıyla Peygambere uymaya azami dikkat gösterenler, ebedî olan ahiret hayatlarını Allah’ın lütfuyla garanti altına alabilirler.

Görüldüğü gibi Allah’a ve ahiret mutluluğuna kavuşmayı arzu edenler için yüce Allah engüzel örnek olarak Kutlu Elçisini takdim etmektedir. Peygamber bir mihenk taşıdır. Yürünen yolda tökezlememek için onun izini takip etmek bir zorunluluktur. Atılan adımın doğru olup olmadığının testi, onun adımına mukayese etmekle mümkündür.

Sonuç olarak şu ifadelere yer verilebilir: Her şeyden önce, Allah’ın Peygamber’e verdiği teblîğ/Kur’an’ı aldığı gibi nakletme ve tebyîn/Kur’an’ı açıklama görevleri onu sevmeyi, ona itaat ve bağlılığı zorunlu kılar.

Peygamberi sevmek; Kur’an’a uymaktır, ahlâktır, ibâdettir, adâlettir, onun yolundan yürümek ve bütün yaşam kurallarında onu örnek almaktır.

Peygamberi sevmek; istikamet üzere olmaktır; söz ve eylemlerinde dosdoğru olmak, âdil olmak, başkalarına zulmetmemek, helâl ve harama riâyet etmek, komşuya eziyet etmemektir…

Kısacası peygamberi sevmek; insan olmaktır, insanca yaşamak ve Allah’a kul olmaktır…

Kandiliniz mubarek olsun!…

19. 03. 2008

Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***


 *Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.

[1]“Hiç biriniz, beni anasından babasından, (hatta) bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe(kâmil manada) iman etmiş olamaz”. Buhârî, İmân 8.

[2] Buhârî, Rikâk 4.

[3] Al-i İmrân, 3/31.

[4] Nisa, 4/80.

[5] Kalem, 68/4.

[6] Ahzab, 33/21.

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 19, 2008 in GÜNDEM

 

Hicretin Düşündürdükleri!

Hicretin Düşündürdükleri!

Hicret kelime olarak bir yerden başka bir yere göç etmek, ana yurdundan ayrılıp başka bir yeri yurt edinmektir kısaca.

Tarihî bir vak’a olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin 13’üncü yılının 1 Muharrem (16 Temmuz) 622 tarihinde gerçekleşen hicret, başkalarına hiçbir zararı olmayan, sadece inandıklarını yaşamak isteyen bir avuç Müslümanla Hz. Peygamber’in (s.a.v.), her şeyleriyle beraber anayurtları Mekke’yi terk edip inandıklarını yaşayabilecekleri Medine’ye göç etmeleri hadisesidir.

Hiç kimse doğup büyüdüğü, çocukluk hatıralarının geçtiği yeri, eşini dostunu, akrabasını, mal varlığını bırakıp başka bir yere gitmek istemez. Fakat yaşam hakkı tanınmaz, bütün değerleri elinden alınır, zulüm ve işkence görürse, onun yapacak başka bir şeyi yoktur.

Hicret hadisesi, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Bu kutlu yolculuk Müslümanların, müşriklerin zulmünden kurtulmalarına yol açmış, İslâm’a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının, toplumun tevhide yönelişinin başlangıcı olmuştur.

Hicreti anlayabilmek için öncelikle hayata nereden ve nasıl baktığımıza, ona ne anlam yüklediğimize; yani hayat felsefemize bakmamız gerekiyor. Bir şeye nasıl ve hangi açıdan bakarsak onu öyle algılar, öyle anlarız. Herkesin hayata bir bakış açısı, bir hayat felsefesi vardır; hayatı ve olayları o bakış açısına, o felsefeye göre algılar ve anlamlandırır. Fakat bunu yaparken insanoğlu varlığın ve hayatın değişmeyen birtakım gerçeklerinin bulunduğunu hesaba katmaz. Hicreti doğuran sebepler, müşriklerin hayatın o değişmeyen gerçeklerini görememeleri, her şeyi sadece dünyadan ibaret sanıp üç beş Müslümana hayatı zindan etmeleri, onlara hayat hakkı tanımamaları olmuştur.

Sorun neydi?!. Sorun, kurulan menfaat odaklı yaşam düzeninin bozulma endişeydi elbet. Putlara tapmak bu düzenin sürmesini sağlayan mekanizmanın adıydı, işin bahanesiydi; putlar da bu düzenin ayakta durmasını sağlayan mevhum güçleri!.. Bilinen o ki kabulleri ve yapıp etmeleri doğru olduğuna inanan ve bir de bir şey kaybetme endişesi taşımayan kimselerin hakikatlerden korkma gibi bir endişeleri olmaz.  

Aslına bakılırsa yeni gelen peygamber onlardan çok fazla bir şey istemiyordu. Onlardan, Kelime-i tevhid olarak ifade edilen yüce Allah’ın (c.c.) birliğini ve Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) elçiliğini kabul etmekti istediği. Özü; “(Resûlüm!) de ki: «Ey kendilerine kitap verilenler, gelin aramızda ortak bir kelimede birleşelim: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şey ortak koşmayalım ve Allah’tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmesin!..».[1] âyetinde saklıydı.

Bütün kavga bu kadar kolay bir mesele için miydi? Evet, görünürde basitti; fakat onların hayata bakışlarının yönünü bütünüyle değiştirecek, hayata yeni anlam kazandıracak bir kabulün çekirdek ifadesiydi bu. “Lâilâhe illellâh” demek, hayata tevhit penceresinden bakmak, günlük ve sosyal hayata vahiyle yön vermek, doğru ile yanlışın kıstasını vahyi ve Allah resulünün sünnetini kabul etmek, insanlara eşit bakmak; kadın-erkek, hür-köle ayırımı yapmamak, doğuştan bütün insanların eşit doğduğunu kabul etmek, zulme son verip adâleti esas almak, adâlet ölçülerini vahye göre belirlemek, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmemek, zina yapmamak, herkese hak ettiğini ve hakkını vermek, insana kul olmaktan kurtulup gerçek efendiye, Allah’a kul olmak; Allah’a kul olarak gerçek hürriyete kavuşmak… anlamına geliyordu. Aslında hicretin anlamı da buydu. Bütün bunların hayata dönüşmesi için hicret etmişlerdi onlar.

Mekke müşrik toplumu için bunları kabul etmek pek de kolay değildi. Toplumu sömüren, ezen elit bir tabaka vardı ve bunlar kendilerini diğer insanlarla eşit kabul edemiyorlardı. Toplum üzerinde kurdukları tahakküm ve sömürü düzenini, kendi fikirlerini üzerlerinden dillendirdikleri sahte tanrılar, hiçbir şeye gücü yetmeyen putlar yoluyla ayakta tutuyorlardı. Bütün bunlardan vazgeçmek kolay değildi elbet. O halde kendilerince yapılması gereken, insanlara tahakküm etme enstrümanlarını ellerinden almaya namzet bu insanlara yaşama hakkı tanımamaktı.

Hâl böyle olunca inandıklarını yaşama imkânı bulamayan bir avuç Müslüman, kurtuluşu başka yere göç etmede, ana yurtlarını terk etmede buldular.

İnsan manevî değerleriyle, imanı ve inançlarıyla vardır; onlarla insandır. Manevî değerleri yaşatmanın maddî karşılığı yoktur. Bunun en güzel örneğini Süheyb b. Sinan’da (r.a.) görüyoruz. O da hicret etmek için yola çıkmış; fakat Kureyşliler yolunu kesmişlerdi. Ona yolculuğuna müsaade edip kutlu yolun yolcusunun kervanına katılmasını istemiyorlardı. O ancak bütün servetini Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam edebilmişti.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’ye geldiğinde, orada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeline dayalı bir antlaşma imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm’ın Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler içinde olmaya ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Yine kutlu Nebî (s.a.v.), Mekke’den gelen göçmenlerle/Muhacirlerle Medineli Müslümanlar/Ensar arasında tarihte örneği görülmemiş bir kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medineli Müslümanlar mallarının yarısını muhacir kardeşlerine vermişlerdi. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine kurulmuş oluyordu. Netice itibarıyla hicret, ilk Müslümanların sıkıntılı günlerinden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplumsal bir hayata kavuşmalarına vesile olmuştu.

Hicret birçok peygamberin maruz kaldığı tarihi bir gerçekliktir. Örneğin, Hz. İbrahim bütün gayret ve çabalarına rağmen kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını görünce, küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için ana yurdunu terk ederek hicret etmişti[2]. Bu manada hicret, aynı zamanda yalnız Allah’a kulluk etmenin yollarını arama teşebbüsüdür, denebilir.

Şartlar tahakkuk ettiğinde hicret farz vacip veya sünnet hükmünde olabilir. Fakat her hâl ü kârda var olan asıl hicret, nefsî arzulardan uzak durmak, Allah’ın yasaklarından kaçınmaktır. Hz. Peygamberin ifade buyurduğu gibi, “Asıl muhacir Allah’ın yasaklarından kaçınandır.”[3]

Bugün bütün çabalarına rağmen inançlarını yaşayamayanlar, çevrenin etkisiyle çocuklarının inanç ve ahlâkına sahip olamayanlar daha iyi başka bir yere hicret edebilirler/etmeliler. Bu bazen apartmanı, bazen, mahalleyi, bazen de şehri değiştirmek şeklinde olabilir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Hicret değişim ve gelişimin adıdır; Statükodan kurtulup yeniliğin önünü açmaktır.

Hicret tek Allah’a inanmanın, putlara tapıcılığı terk etmenin, insanları hürriyetlerine kavuşturmanın, gerçek hürriyete yelken açılan kutlu yolculuğun adıdır.

Hicret adalete giden yoldur. Haksızlık ve zulmü sona erdirmenin, insana insanca muamele etmenin adıdır.

Hicreti bir de Necip Fazıl Kısakürek’in dizelerinden okuyalım:

HİCRET 

Mekke’yle Medine arası yollar; 
Çizik çizik, hasret arası yollar. 
Vardığı her nokta yine başlangıç; 
Gitgide Allah’a varası yollar. 
Mekke’yle Medine arası yollar. 

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin, 
Yalnız iki çift nurdan güvercin. 
Bunlar iki dostun ayakları ki, 
Yolları göklere bağlayan perçin. 
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin. 

Hicret, yurtdışında aranan destek 
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek; 
Merkezi dışardan sarmaktır murad, 
Merkezi çevreden fethidir istek. 
Hicret, yurtdışında aranan destek. 

İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber, 
Ufukta, varılmaz gâyeden haber. 
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye, 
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber. 
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber. 

Ayakta, Medine Müslümanları, 
İslâm’ın “Yardımcısı” kahramanları… 
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ 
Malları, canları, hânümanları… 
Ayakta, Medine Müslümanları.

Necip Fâzıl KISAKÜREK 


[1] Âl-i İmrân, 3/64.

[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1437.

[3] İbn Hibbân, Sahîhu İbn Hibbân, th., Şuayb el-Arnâvud, Beyrut 1993,  I, 467, no. 230.

 

 

 

 

[13.01.2008]

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 14, 2008 in GÜNDEM

 

Yeni Yıla Girerken

Yeni Yıla Girerken

Her yeni yıla girerken farklı heyecanlar yaşanır. Kimi bir yaş daha büyümenin, kimi alacağı hediyenin heyecanını yaşarken, kimi de bir yaş daha yaşlanmanın hüznünü yaşar.

Çocuklar ve gençler daha çok bir yaş daha büyümenin heyecanını yaşarlar. Çocuk yaşta olanlar adam yerine konmanın hayalini veya anne ve babalarından alacakları hediyenin hayalini kurarlar. Onlar henüz ömürlerinin baharındadırlar. İçleri heyecan doludur. Sorumlukları yoktur. Hayatın yükü omuzlarına binmemiştir. Büyümek, adam olmak onların vazgeçilmez arzu ve hayalleridir. Onlar masumdurlar.

Gençler biraz daha büyüme, rüşt çağına yaklaşma veya biraz daha olgunlaşmanın sorumluluğunu hissederler. Kimi gençler de eğlenmenin, gününü gün etmenin peşindedirler. Onlar henüz sorumluluklarının bilincinde değildirler. 

Kırkını aşanlar, kısmen daha da olgunlaşmanın sorumluluğunu omuzlarında hissederken, kısmen de hayat merdiveninin iniş kısmına geçmenin, bir yaş daha yaşlanmanın hüznünü yaşarlar.

Yaşlılar, ölüme bir adım daha yaklaşmanın hüznünü yaşarlar. Ömür sayfalarından bir yaprak daha kopmuştur.

Aslında her yeni yıl ömür sayfasından bir yaprağın daha kopması demektir. Bu yönüyle yeni yıllar, çok yönlü bir muhasebe yapmanın birer fırsatları olarak algılanmalı, geçmişin muhasebesine vesile kılınmalıdır.

Her yeni yılın başında herkesin yeni planları, yeni hedefleri vardır veya olmalıdır. Bir yandan yeni yılın planları yapılırken, bir yandan da geçmiş yılın muhasebesi yapılmalıdır. Geçmiş yılın başında konan hedeflere ne oranda ulaşılıp ulaşılamadığı, yılın ne derece başarılı geçip geçmediğinin muhasebesi yapılmalıdır.

İnsanın sahip olduğu en kıymetli değerlerden biri zamandır. Parayla satın alınamaz, hibe yoluyla elde edilemez. Geçen anlar bir daha geri gelmiyor, geri de alınamıyor. Hayat su gibi akıp gidiyor. Ahiret hayatı ise bizi bekliyor.

Bir yaş daha yaşlanmaya dakikalar kalmışken ve bu gerçek de karşımızda duruyor iken, uzun gibi gözüken, ama su gibi akıp gitmekte olan bu zamanı nasıl değerlendirmeliyiz? Bu gerçekleri unutmak için  kendimizi tamamen eğlencenin kollarına bırakmak mı, yoksa biraz daha bilinçli hareket etmenin yollarını aramak mı lazım?. Aslında bu sorunun cevabı hayata nasıl baktığımıza bağlıdır.

Kimileri yaşamdan beklentilerini tamamen bu dünya hayatına bağlayarak, hayatın kısalığını da göz önünde bulundurarak ve “bu dünyaya bir daha mı geleceğim?” mantığını tersten algılayarak dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmaya bakarlar. Bunlar bütün hayat felsefelerini haz, tat ve zevk alma üzerine kurmuşlardır. Haz veren her şeyi yaşamak, elde etmek isterler. Bunu elde etmek için de imkân bulduklarında hiçbir yasak ve engel tanımazlar, helâl ve haram mefhumlarını akıllarına bile getirmezler. Değişik yollarla devleti soymaya çalışanların, hırsızlık ve kapkaç yapanların mantığı budur. Onların Allah’a hesap verme gibi bir endişeleri yoktur. Anı yaşamaya çalışırlar. Bunların yılın muhasebesini yapmak gibi bir endişeleri yoktur.

Dünya hayatını ebedî hayata geçişin bir köprüsü olarak algılayanlar, her yaptıklarının hesabını vereceklerine inananlar; yılbaşı gecelerini eğlenerek değil, yıllık muhasebelerini yaparak geçirirler; geçen yıl boyunca nerede hata yaptıklarının, kime iyilik, kime kötülük yaptıklarının hesabını yaparlar. Rablerine, diğer insanlara ve eşyaya karşı taşıdıkları sorumluluklarını yerine getirmede ne derece başarılı olup olmadıklarının muhasebesini yapar, yeni yılı daha az hata ile geçirebilmenin hesabını yaparlar.

Bilinçli ve sorumlu öğrenci geçen yılda gereken başarıyı yakalayıp yakalamadığını, yeni yılda daha başarılı olmanın yollarını araştırmanın planını yapar.

Bilinçli ve sorumlu öğretmen kendini yenileyip yenilemediğinin, öğrencilerine gereken eğitim ve öğretimi verip veremediğinin hesabını yapar.

Bilinçli ve sorumlu tüccar hedeflediği kazancı gerçekleştirmiş mi, malına ve kazancına haram karıştırmış mı, mali sorumluluklarını yerine getirmiş mi? Bunların hesabını ve yeni yılın planlarını yapar.

Bilinçli ve sorumlu anne babalar ailelerine karşı sorumluluklarını yeterince yerine getirip getirmediklerinin; evlatlar ise,  bir yandan hayat mücadelelerini başarılı bir şekilde yürütüp yürütemediklerini, bir yandan da ana babaya ve diğer insanlara karşı sorumluklarını yerine getirip getirmediklerinin muhasebesini yaparlar.

Kısacası herkes bulunduğu konum gereği taşıdığı sorumluklarını yerine getirip getirmediğinin muhasebesini yapmalıdır.

Evet, yeni yıl geceleri bol içkilerin içilip sınırsız ve kuralsız eğlencelerin gerçekleştirildiği geceler değil, geçen yılın muhasebesinin, yeni yılın planlarının yapıldığı geceler olarak yaşanabilir.

Ayrıca yeni yıla girme, geride kalan yılı sağlıklı ve başarılı bir şekilde tamamlama fırsatını veren yüce Allah’a sonsuz şükürlerin takdim edildiği bir gece olabilir. Bu sevinç sadaka vererek, teşekkür namazı kılarak, yeni yılın geçen yıla oranla daha iyi, sağlıklı ve başarılı geçmesi için dua ederek de kutlanabilir.

Evet, bize göre yeni yıl geceleri bir mesaj algılaması, bir muhasebe fırsatı olarak değerlendirilmelidir. Ne dersiniz?…

Yeni Yılınız mutluluklarla dolu olsun.  Kalın sağlıcakla…

31. 12. 2007

Cemal AĞIRMAN

E-mail: cemalagirman@hotmail.com

            agirmancemal@gmail.com

 

 
Yorum yapın

Yazan: Aralık 31, 2007 in GÜNDEM