Yirmi Birinci Hadis
عَنْ الْمِقْدَامِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
“مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللَّهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ”.
Mikdâm (r.a.)’ın naklettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “Kişi kendi bileğinin gücüyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yemiş olamaz. Allah’ın peygamberi Dâvûd Aleyhisselâm da kendi bileğinin gücüyle çalışarak kazandığından yerdi.”[1]
El Emeği İle Elde Edilen Kazancın Önemi
“Çalışmak” ve “kazanmak”; diğer bir ifade ile “el emeği” ifadeleri, hadisin anahtar terimleridir. Güç ve imkânı olan herkesin, geçimini başkalarının sırtından değil, kendi bilek gücü ile çalışıp kazanması gerektiği ve böylesi helâl bir kazancın kutsallığı, önemi ve fazileti üzerinde durulmaktadır.
Gücü ve hâli vakti yerinde olan sağlıklı bir insan, hayatını ilânihaye başkalarının sırtından geçinerek sürdüremez. Böyle bir durumu kabullenmesi durumunda şahsiyetinin gelişmesinde birçok olumsuzluklar tezahür edebilir. Örneğin çalışıp hak etmeden başkalarının sırtından geçinen insanlar özgün bir kişilik, güçlü bir şahsiyet sergileyemezler. Bazen bağımlı oldukları kişilerin arzu ve taleplerine uygun bir kişilik sergilemek zorunda kalabilir, özgüvenleri zayıf geliştiği için kullanılmaya müsait silik şahsiyetler hâline gelebilirler. Çoğu zaman inisiyatif kullanamaz, özgün bir irade sergileyemezler.
Kişinin kazancı, kendi emek ve gayretiyle, bilgi ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettikleri ile emek dışı fakat meşru ve helâl yollardan elde ettikleridir.
İslâm’a göre emek kutsal olduğu gibi kazanç da kutsaldır. Ancak kazancın kutsal olabilmesi için, meşru ve helâl yollardan bilek gücü ve el emeği sonucu elde edilmesi gerekir. Hz. Peygamber, “Kişinin yediği en temiz yiyecek kendi kazancıdır.”[2] ifadesiyle çalışma imkânı ve kapasitesine sahip olanlara çalışmayı hedef göstermektedir.
Herkes rızkının peşinde koşmak durumundadır. Allah Teâlâ herkese yetecek kadar rızık yarattığı gibi her canlıyı da rızkıyla yaratmaktadır. Hz. Peygamber’in “Çalışınız! Çünkü herkes kendisi için yaratılana müyesser olur.”[3] sözü herkesin rızkının yaratıldığını, ancak, çalışıp çabalamadan onu elde edemeyeceğini ifade eder.
Emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş imkân, sebep ve vasıtaların kullanılması demektir. Bu vasıtalar doğuştan ihsan edilmiş güç, kabiliyet ve sebeplerdir. Emek denen şey de, işte bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde kullanılmasıdır.
Hz. Peygamber’in el emeği ve helâl kazancın kutsal olduğunu ifade eden sözlerinden biri de “veren el alan elden üstündür”[4] sözüdür. Veren elin alan elden daha hayırlı olması, çalışmayı teşvik eden, başkasının sırtından geçinmeyi hoş görmeyen bir yaklaşımın ifadesidir. Bu yaklaşım, onurlu insanların muhtaçlara yapılan yardımlara ve başkalarının sırtından geçinmeye bel bağlayıp tembellikte ısrar etmelerini önler. Gerçek ihtiyaç sahipleri, herhangi bir merciden yapılacak yardımları onurları zedelenmeden alabilecekleri gibi, kazanmaya muktedir olup imkân bulan bir kimse de gönüllü olarak tembelliği seçip başkalarının yardımına bel bağlama gibi onursuz bir tercihe yönelmeyecektir. Tabii bu noktada insanoğlunun eğitimi de büyük önem arz etmektedir.
Müslüman -maddî mânevî- her yönüyle güçlü olmalıdır. Bu yüzden Hz. Peygamber her defasında “veren elin, alan elden daha hayırlı”[5] olduğunu ifade etmiştir. “Vermek, almaktan daha hayırlıdır” vurgusu, hayırlı olmayı tercih edenleri, vermeye, dolayısıyla, çalışmaya yönlendirmektedir. Allah katında hayırlı olmak her Müslümanın arzuladığı bir hedeftir. Bu ifadenin insanlık onurunu korumaya yönelik bir mesaj içerdiğini söylemek de mümkündür. Zira bu mesajın içinde, alan konuma düşmemek için gerekli gayretin sarf edilmesi de vardır. Hâl böyle olunca çalışıp kazanmak bir onur meselesine dönüşmektedir. Çünkü dilenmeden kazanmanın peşine düşenleri Allah iffetli kılar. Onurlu mümin her zaman iffetin yanında yer alır. Zarurî hâllerde ve belli şartlarda dilenmeye cevaz verilmiş ise de insan onurunu zedelediği için hoş karşılanmamıştır. Bu noktada topluma önemli görevler düşmektedir.
Hz. Peygamber “Beş şeyden önce beş şeyi ganimet bil! Ölümünden önce hayatını, hastalıktan önce sağlığını, meşguliyetten önce boş vaktini, ihtiyarlıktan önce gençliğini, fakirlikten önce zenginliğini (ganimet bil).”[6] buyurmaktadır.
Hz. Peygamber, ayrıca; “İnsanların hayırlısı, ömrü uzun işleri güzel/hayırlı olandır.”[7] buyurmaktadır. Kişinin hem kendisinin ve hem de bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçimini temin etmek için çalışıp kazanmak durumundadır. Dînimiz İslâm böylesi bir çalışmayı ibâdet olarak değerlendirmekte, kişinin, eşinin ve çocuklarının ağzına verdiği her bir lokmayı dahi sadaka olarak değerlendirmektedir.
Hadiste “daha hayırlı yiyecek yememiştir” ifadesindeki “hayırlı” kavramı “daha helâl, daha temiz” anlamındadır. İslâmiyet helâl rızık peşinde koşmayı emreder, haram mal kazanmayı yasaklar. Kur’ân’da “Ey peygamberler, temiz olan şeylerden yiyin, sâlih/güzel/temiz iş yapın.”[8] “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temizinden yiyin.”[9] buyurulmaktadır.
Kazancın helâl olması önemlidir. Hz. Peygamber yemesi, içmesi, giyimi haram olanların dualarının kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir.[10] Bunlar, haram olarak devam ettiği sürece ibâdetlerin kabulüne de engeldir.[11] Haram kazançtan ifâ edilen malî ibâdetler ve verilen sadakaların kabul edilmediği, geriye bırakılan haram malın da ancak kıyametteki azabı arttırdığı ifade edilir.[12] Zekât vermekle mükellef olan bir insanın zekâtının kabul edilebilmesi için kazancını helâl yollardan elde etme mecburiyeti vardır. Aksi hâlde, malî ibâdetlerinin hiçbir anlamı olmaz. Bu yaklaşım, insanı helâl kazanca mecbur eden son derece bağlayıcı bir unsurdur. Onun için Hz. Peygamber insanları, kazançlarının helâl olup olmadığı noktasında titizlik göstermeleri yönünde ısrarla uyarmıştır. Onun (s.a.) ifadesiyle “Helâl de bellidir haram da bellidir. Ancak, helâl ile haram arasında herkesin anlamada güçlük çektiği şüpheli şeyler vardır; (haramların yanı sıra) bu şüpheli şeylerden de kaçınan kimse dînini ve haysiyetini temize çıkarmış olur. Kim aldırış etmez bu şüpheli şeylere dalarsa harama düşmesi an meselesidir. Kim de yasak bir bölgenin çevresinde dolaşır durursa onun da o bölgeye girmesi an mesesidir. Her melikin yasak bir bölgesi vardır. Allah’ın yasak bölgesi de haramlardır.”[13] “Haramla beslenen vücut cennete giremez. O ateşe daha layıktır.”[14]
Bu hadise göre şüpheli kazançtan da sakınmak gerekir. Çünkü helâl de bellidir haram da. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse dînini, izzet ve şerefini korumuş olur.[15] Kazancının nereden geldiğine aldırış etmeyenleri Hz. Peygamber kınamaktadır.[16] Bütün bu nakiller, İslâmiyetin çalışıp helâl kazanç elde etmeye ne kadar önem verdiğini gösterir.
Hz. Peygamber insanları ticarete ve çalışmaya teşvik etmiş, en faziletli kazancın helâl ve şüpheli olmayan yollardan insanın bizatihi kendi eliyle çalışarak elde ettiği kazancı olduğunu belirtmiş, meşru yollarla yapılan her ticaretin makbul olduğunu söylemiştir.[17]
İslâm’a göre her meşru iş kutsaldır. Hz. Peygamber, hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğini vurgulayarak ekilen her bir ekinin, dikilen her bir fidanın verdiği üründen kuş, insan ve hayvanların yediğini, bütün bunların emek sahibine sadaka olarak yazıldığını söylemiştir.[18] Diğer bir rivâyette, çıkan her ürün karşılığında emek sahibine sevap yazılacağı ifade edilmektedir.[19] “Kim temiz/helâl kazancından bir hurma miktarınca tasadduk ederse -ki Allah sadece helâl kazançtan verilen sadakaları kabul eder- Allah onu güzellikle kabul eder, sonra onu sahibi için arttırır; atın yavrusunu büyüttüğü gibi onu dağ gibi büyütür.”[20]
Helâl kazanç elde etme bağlamında kazancın temin edileceği mesleklerin meşru olma zorunluluğunu da göz ardı etmemek gerekir. Hz. peygamber “Kazançların en kötüsü bağînin mihri/namusunu satarak elde edilen kazançtır.”[21] Diğer bir rivâyette bu tür bir kazancın habîs/pis olduğunu ifade etmiştir.[22]
04. 06. 2009
Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
e-mail: cemalagirman@hotmail.com
***
[1] Buhârî, Buyû’ 15; Nesâî, Buyû’ 1] Ebû Dâvûd, Buyû’ 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 131, 132.
[2] Nesâî, Buyû’ 1.
[3] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IV, no. 4235, 4236.
[4] Buhârî, Vasâyâ 9, Cihâd 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikâk 7, 11.
[5] Buhârî, Vasâyâ 9, Cihâd 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikâk 7, 11.
[6] Hâkim, Müstedrek, IV, 341, no. 7846; Beyhakî, Şu’abu’l-îmân, VII, 263, no. 10248, 10250.
[7] Tirmizî, Zühd 21, 22; Dârimî, Rikâk 30; Ahmed b. Hanbel, IV, 188, V, 40, 43, 44, 47, 48, 49, 50.
[8] Mu’minûn, 23/51.
[9] Bakar, 2/172.
[10] Tirmizî, Tefsîr 2, 37; Dârimî, Rikâk 9; Ahmed b. Hanbel, II, 328.
[11] Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ, el-Fethu’r-Rabbânî Tertîbu Musnedi’l-imâm Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî maa Şerhihi Bulûğu’l-Emânî min Esrâri’l-Fethi’r-Rabbânî, Kâhira trs., XV, 4. (Dâru’ş-şihâb).
[12] Ahmed b. Hanbel, I, 387.
[13] Buhârî, İmân 39, Buyû’ 2.
[14] Tirmizî, Cumu’a 79; Dârimî, Rikâk 96; Ahmed b. Hanbel, III, 321, 399.
[15] Buhârî, İmân 39, Buyû’ 2; Nesâî, Buyû’ 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 271.
[16] Nesâî, Buyû’ 2.
[17] Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; Hâkim, Müstedrek, II, 12, 13, no. 2158, 2160.
[18] Buhârî, Hars 1; Müslim, Musâkât 8, 9, 12; Tirmizî, Ahkâm 40; Ahmed b. Hanbel, III, 147, 229, 243.
[19] Taberanî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IX, 14, no. 8987.
[20] Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23; Muslim, Zekât 63,64; Tirmizî, Zekât 28; Nesâî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28; Dârimî, Zekât 35.
[21] Müslim, Musâkât 40; Ahmed b. Hanbel, IV, 140.
[22] Müslim, Musâkât 41.
***