RSS

Aylık arşivler: Mart 2008

Kutlu Doğum/Peygamber’i Sevmek!..

http://www.cemalagirman.com

Peygamber’i Sevmek!..

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN*

Giriş

En yalın ifadesiyle ‘gönlün bir şeye meyletmesi, ona doğru akması’ demek olan sevgi, duygusal bir olgu, yaşanan bir heyecandır. Bu yüzden sevgi anlatılamaz, yaşanır, hissedilir; ancak tezahürleri vardır. Kişi sevdiğine karşı, ruhunu hep olumlu yönde etkileyen duygusal hazlar, gönlünde hoşuna giden kıpırdanmalar hisseder.

Sevginin en önemli tezahürleri eylem alanında görülür. Örneğin kişi sevdiğini kırmaz/kıramaz, isteklerine boyun eğer; ortak yönleri çok olduğu için genellikle aynı şeylerden hoşlanırlar, aksi takdirde birbirlerini sevemezler.

Sevgi öyle bir olgudur ki, sevgiliden gelen incitici şeyler, sevene eziyet değil, haz verir. Sevgililer birbirlerini hep görme iştiyâkındadırlar; göremezlerse birbirlerini, hatıralarla, ortak şeyleri yaşamakla o hazzı duymaya çalışırlar.

Sevgi ile bilgi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Özellikle biyolojik bağ bulunmayanlar arasında cereyan eden aklî sevgide bilgi daha büyük bir önem arzeder. Çünkü aklî sevgide sevme duygusunu harekete geçiren güç; bilgidir, tanımadır. Bu yüzden aklî/iradî sevgide bilgi, sevme olgusundan öncedir.

Peygamber sevgisi, duygusal/tabiî değil, aklîdir, iradîdir. Onu sevmek için bilmeye, tanımaya ihtiyaç vardır. Bu yüzden peygamberliği ve peygamberlik makamını bilmek, onu idrak etmek, peygamberi sevmekle doğru orantılıdır. Bilgi ve idrak arttıkça sevgi de artar.

İnananların  peygamberle olan sevgi bağları biyolojik değil, dinîdir. Dünya ve ahiret hayatını doğrudan ilgilendiren hayatî yönü vardır. Bu kabil bir sevgi ancak akılla sorgulanarak, sonucunun muhasebesi yapılarak elde edilebilir. Onun için Yüce Allah bile, insanların kendisine iman edip itaat ve kulluk etmelerini isterken önce kendisini en yüce sıfatlarıyla tanıtmakta; her namazın her rekâtında okunan Fâtiha sûresinde bütün hamt ve övgülerin varıp kendisine dayandığını, gerçek manada övgülere layık olanın ancak kendisinin olduğunu, sadece kendisine boyun eğilmesi ve yine sadece kendisinden yardım dilenmesi gerektiğini bildirmektedir. Bütün hamtler O’nadır; çünkü, bütün alemlerin rabbi, sahibi, yaratıcısı O’dur; rahmandır, rahimdir, din gününün/ahiretteki hükümranlığın sahibidir. Bütün bunlar, insanın aklını kullanarak gerçekte kimin rablığa, ilâhlığa layık olduğunu idrak etmesi, gerçek rabbini tanıyıp O’nu sevmesi içindir. Yani bileceksiniz/tanıyacaksınız ki sevebilesiniz; bileceksiniz ki kulluk edebilesiniz; bileceksiniz ki neden kulluk ettiğinizi idrak edebilesiniz!

Peygamberi sevmek de böyledir; nedeni ve niçini bilinmeden kendiliğinden doğmuyor bu sevgi. Çünkü sevgiyi doğuran sebepler vardır; akıl onları idrak eder, bunun sonucunda duygular harekete geçer ve böylece sevgi doğar.

Peygamber sevgisi, diğer insanları sevmek gibi, sadece bir hayranlık sonucu varlık alanına çıkan veya başka herhangi bir nedenle var olabilen, eylem olmadan da geçerli sayılan bir sevgi değildir şüphesiz. Bu sevgi eylem ister, gereğinin yerine getirilmesini ister. Bir eylemi gönül hoşluğu ile ortaya koymanın yolu da sevgidir.

Peygamberi sevmek ve bu sevginin gereğini yerine getirmek, İslam inancının bir gereğidir[1]. Her şeyden önce hayat sadece yaşanmakta olan bu dünyadan ibaret değildir. Asıl ve ebedî hayat önümüzde bizi bekliyor. Hz. Ali’nin, “Dünya arkasını dönüp gitmekte, âhiret ise yüzünü dönmüş bize doğru gelmektedir. Her birinin âşıklıları vardır. Siz âhiret yurdunun âşıklıları olun! Bugün amel var, hesap yok; yarın hesap var, amel yok!”[2] sözü, son derece anlamlıdır.

Âhirette iyi bir yaşam standardı hak etmek herkesin arzusudur. Hiç kimse ebedî sürecek bir hayatın sıkıntı ve acılarla dolu olmasını hayal bile etmek istemez. O halde iyi ve mutlu bir hayata talip olmak, aklın gereğidir. Bu hayatı elde etmenin yolu da Allah’ı sevmek, O’nun buyruklarına uymakla mümkündür. Allah’ı sevip O’nun buyruklarına uymanın yolu da peygamberi sevmek ve ona uymaktan geçer: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”[3] Çünkü Peygamberler, yaratan ile kul arasında, vahiy yoluyla iletişimi sağlayan vasıtalardır. Yaratana kulluk görevleri ancak onların sayesinde yerine getirilebilmektedir. Allah Teala toplumları uyarmadan, onlara elçi göndermeden, doğru ile yanlışı bildirmeden ceza takdir etmiyor. Çünkü o sonsuz adalet sahibidir. Onun amacı kullarına azap etmek değil, azabı gerektirecek eylemlerine engel olmaktır. Ama kul inat eder ve bütün uyarılara rağmen haksızlık yapar, başkalarına zülmeder, yaratıcısını inkar ederse, bu durumda ceza ilâhî adaletin gereği olur.

Aslında insanoğlu peygamberi sevmenin karşılığı ve sonucuna baktığında onu sevmemeye herhangi aklî bir engelin olmadığını görür. Küçük bir muhasebe, duyguların ona doğru akması için yeterlidir. Onu tanıyıp da ona aşık olmamak mümkün mü?!. Çünkü onu sevmek ve gereğini yerine getirmek, ebedî mutluluğu kazanmak demektir.

Peygamberi sevip onun yolundan gitmek, aslında Allah’a itaat etmektir. “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”[4] Çünkü o, Allah’ın iradesine ters düşen bir şey yapmaz. Zelle diye ifade edilen irade dışı küçük yanılmalara maruz kalsa bile Allah onu hemen uyarır ve o da yanılgısından hemen tövbe eder, vaz geçer.

Peygamberler toplumların en karanlık günlerinde, zulüm ve adaletsizliğin en yoğun yaşandığı dönemlerde gönderilmişlerdir. Peygamberlerin olmadığı ve ilâhî vahyın unutulduğu dönemlerde hep zulüm, kan, gözyaşı hâkim olmuştur. Zulüm ve karanlıklar içinde bunalan Mekke müşrik toplumunun, kurtarıcı olarak geleceği beklenen peygambere olan arzulu bekleyişlerini  “nerede kaldı o kurtarıcı peygamber!” diye dile getirmeleri, bunun en açık delilidir.

Medeniyetler peygamberlerle kurulmuş, onlarla inkişaf etmiştir. İnsanoğlu medenî yaşamı, gerçek insanlığını, ahlâkı, hakikati, doğruyu ve yanlışı onlardan öğrenmiş, adâleti onlarda görmüş, ferdî ve toplumsal zulümler onların çabalarıyla kalkmış, neyin adâlet, neyin zulüm olduğunu onlar bildirmişlerdir. Kısacası onlar, insanlığın mutluluğu için çabalamış, hayatlarını bu uğurda feda etmişlerdir.

Aslına bakılırsa yüce Allah’ın bizim kendisini veya kutlu elçisini sevmemize, şöyle ya da böyle davranmamıza ihtiyacı yoktur. Bütün bunlar insanoğlunun kendisi, mutlu hayat sürebilmesi içindir.

Dünyevî her ihtiyacı mükemmel bir şekilde karşılanan, fakat Allah’a inanmayan bir insanın ruhî açıdan mutlu olduğu söylenemez. İnsanın fıtratında, bir yaratıcıyı sevme, O’na inanma, O’na dayanma ve sığınma duygusu vardır. Allah’a inanmayanlar bu duygularını tatmin edemezler. Dünya nimetlerinden istenen zevki de alamazlar. Onların zevk ve mutlulukları anlıktır, geçicidir. Varlıkla mutlu oluyorlarsa, varlıkları ellerinden gidince mutsuz olurlar. Onları teselli edecek manevî dayanakları yoktur. Her şey Allah inancı ve Allah sevgisiyle anlam ve lezzet kazanır. Örneğin insanlarda başkalarına yardım etme duygusu vardır. Yardım eden insanlar eylemlerinin sonucunda bir haz duyarlar. Yardım edenler yaptığı yardımdan tam bir haz alabilmeleri için Allah inancına, Allah sevgisine ihtiyaç vardır. Eğer bu inanç yoksa o zevki tadamazlar. Çünkü karşılıksız olarak başkalarına yardımı belli bir noktada anlamsız bulurlar; yardım edilenler veya çevreleri tarafından takdir edilmezlerse, yaptıkları yardımdan zevk alamazlar. Fakat Allah inancı taşıyanlar “balık bilmezse hâlik bilir” inancıyla yaptıkları yardımdan her hal ü karda haz duyarlar. Dolayısıyla her şeyden önce Allah’a inanmaya, O’nun buyruklarına uymaya ihtiyacı olan bizleriz. Dünya hayatının zevkini tadabilme hakikati bu gerçeğin temelinde yatmaktadır.

Ahlâk büyük bir erdemdir. Dünya mutluluğu için vazgeçilmezdir. Toplumlar ancak ahlâk kurallarına uydukları oranda mutluluğa ererler. Bunun ilkelerini uygulamalı ve bir hayat modeli olarak en iyi ortaya koyan peygamberlerdir. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin.”[5] sözüyle onların ahlâkları Allah Teala tarafından tescil edilmiştir. Çünkü onları terbiye eden bizatihi yaratanın kendisidir. Bu yüzden onlar şeytanın ve nefsin tasallutundan korunmuşlardır. Bu da en güzel örnekliği ortaya koyabilmeleri ve insanlara sunulan hayat modelinde yanlış yapmamaları içindir. “Andolsun ki Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününün mutluluğuna kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[6] Dolayısıyla Peygambere uymaya azami dikkat gösterenler, ebedî olan ahiret hayatlarını Allah’ın lütfuyla garanti altına alabilirler.

Görüldüğü gibi Allah’a ve ahiret mutluluğuna kavuşmayı arzu edenler için yüce Allah engüzel örnek olarak Kutlu Elçisini takdim etmektedir. Peygamber bir mihenk taşıdır. Yürünen yolda tökezlememek için onun izini takip etmek bir zorunluluktur. Atılan adımın doğru olup olmadığının testi, onun adımına mukayese etmekle mümkündür.

Sonuç olarak şu ifadelere yer verilebilir: Her şeyden önce, Allah’ın Peygamber’e verdiği teblîğ/Kur’an’ı aldığı gibi nakletme ve tebyîn/Kur’an’ı açıklama görevleri onu sevmeyi, ona itaat ve bağlılığı zorunlu kılar.

Peygamberi sevmek; Kur’an’a uymaktır, ahlâktır, ibâdettir, adâlettir, onun yolundan yürümek ve bütün yaşam kurallarında onu örnek almaktır.

Peygamberi sevmek; istikamet üzere olmaktır; söz ve eylemlerinde dosdoğru olmak, âdil olmak, başkalarına zulmetmemek, helâl ve harama riâyet etmek, komşuya eziyet etmemektir…

Kısacası peygamberi sevmek; insan olmaktır, insanca yaşamak ve Allah’a kul olmaktır…

Kandiliniz mubarek olsun!…

19. 03. 2008

Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***


 *Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.

[1]“Hiç biriniz, beni anasından babasından, (hatta) bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe(kâmil manada) iman etmiş olamaz”. Buhârî, İmân 8.

[2] Buhârî, Rikâk 4.

[3] Al-i İmrân, 3/31.

[4] Nisa, 4/80.

[5] Kalem, 68/4.

[6] Ahzab, 33/21.

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 19, 2008 in GÜNDEM

 

Onbeşinci Hadis/Cimriliğe Rağmen Verebilme Erdemliği!

Onbeşinci Hadis

.

حَدَّثَنَا أَبُو هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَىُّ الصَّدَقَةِ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ ‏”‏ أَنْ تَصَدَّقَ وَأَنْتَ صَحِيحٌ شَحِيحٌ، تَخْشَى الْفَقْرَ وَتَأْمُلُ الْغِنَى، وَلاَ تُمْهِلُ حَتَّى إِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَ قُلْتَ لِفُلاَنٍ كَذَا، وَلِفُلاَنٍ كَذَا، وَقَدْ كَانَ لِفُلاَنٍ ‏”‏‏.‏

 

Ebû Hureyre (r.a.) şöyle nakleder: Bir adam Nebî (s.a.v.)’e geldi ve; ‘Sevap bakımından en büyük sadaka hangisidir?’ diye sordu. Nebî (s.a.v.): “Sıhhat ve sağlığın yerinde olup nefsin cimrileştiğinde, fakirlikten korkup zengin olmayı planladığında, can boğaza gelip de filana şu kadar, filana da şu kadar (verin) diyeceğin vakte kadar geciktirmeksizin verdiğin sadakadır. (Ölüm anına kadar geciktirdiğin) mal zaten (senin değil) varislerindir.”

[Buhârî, Zekât 11; Müslim, Zekât 93; Nesâî, Zekât 60]

Cimriliğe Rağmen Verebilme Erdemliği!

Hadisin anahtar sözcükleri; “en büyük sadaka”, “cimrilik”, “fakirlik korkusu”, “zenginlik plânları” ve “ölüm anı” kavramlarıdır.

Bütün bu kavramlar, sadaka merkezli, birbirleriyle bağlantılı kavramlardır. Hz. Peygamber, bu hadislerinde, sadaka verme konusunda insanların genel psikolojik tahlillerini yapmakta; hangi hâlet-i rûhiyelerle verilen sadakaların daha çok sevabı olduğu ve sadakanın hangi duygularla verilmesi gerektiğini belirtmektedir.

 Hadiste yer alan ‘şahîh’ ifadesini Türkçeye ‘cimrilik’ olarak tercüme etmek mümkün ise de, cimri kelimesiyle ifade edilemeyecek kadar farklı boyutları olan bir kavramdır. Hırs ve cimriliğin birlikte ve aşırı boyutlarda tezahürlerini ifade eden bir anlam içermektedir. “Şahîh” vasfını taşıyan bir kimse, dünyadaki her şeyin kendisinin olmasını ve başka hiç kimsenin eline geçmemesini arzular. Başka bir kimseye bir şey vermek bir yana, başkasının diğer bir kimseye bir şey vermesini de istemez; hırsı dolayısıyla kendi hakkına razı olmadığı gibi, başkalarının hakkına da el uzatır. En azından çevresindeki iyi olan her şeyin kendisinin olmasını ve başkalarının ondan yararlanmamasını ister. Bu yüzden Kur’an, bu tür kötü özelliklerden kurtuluşu “felâh” olarak nitelemiştir.

“… Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9)

Hz. Peygamber, bu tür kötü özellikleri insanların en kötü sıfatlarından biri saydığı gibi, bunu bozgunculuğun kaynağı olarak niteler.

Câbir b. Abdillah’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, “Şuhh’dan sakının, çünkü şuhh önceki toplumları helak etmiştir, bu yüzden birbirlerinin kanını dökmüş ve mukaddes değerleri çiğnemişlerdir.” demiştir.[1]

Hz. Peygamber (s.a.), bir diğer hadisinde bir Müslümanın kalbinde şuh ve imanın bir arada bulanamayacağını/bulunmaması gerektiğini,[2] ‘şuhh’un helak edici bir vasıf olduğunu ifade etmiştir.[3]

Cimriliğin çeşitli boyutları vardır. Örneğin kendi rahatı, eş ve çocuklarının eğlencesi için çok cömertçe mal sarf eden, ama hayırlı bir iş için cebinden beş kuruş bile çıkmayan kişi de cimridir. Bu kişi hayırlı bir iş için para verse bile, bunun karşılığında meşhur olacağını, menfaat sağlayacağını, bulunduğu yerdeki insanların gözüne gireceğini düşünür. Kısacası maksadı ve niyeti hayır yapmak değil, dünyevi bir menfaat elde etmektir.

Zengin olma arzusu güzeldir. Yadırganacak bir tarafı yoktur. Aksine takdir ve teşvik edilmelidir. Çünkü zekât, hac, kurban, sadaka, infak; akrabaya, yoksula, yetime, darda kalana yardım gibi birçok salih amel zenginlikle yapılabilmektedir. Fakat sadece kendine yönelik dünyevî refah için zengin olma arzusu ve teşebbüsü insanı cimrileştirir, söz konusu salih amellere yönelmeyi engeller. Bu tür insanlar nefsin ve şeytanın telkinleriyle sürekli fakirliğe düşme korkusuyla yaşarlar. Kuran bu durumu şöyle açıklar:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaat eder. Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/268)

Aslında bu tür insanlar kendilerine yönelik harcamalarda da cimridirler. Zenginliklerinin gereğini dahi yaşayamazlar. Oysa ana baba ve diğer yakın akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolcular için harcama yapmak, yoksul kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak, İslâm dininin yayılması ve müdafaası için malî destek sağlamak, iyilik ve takvada yardımlaşmak için gücünün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka vermek malî durumuna göre her Müslümanın görevidir. Cimrilik bu görevlerin hakkıyla yerine getirilmesine engeldir. 

Bir mümin olarak her şeyden önce eldeki malın bir emanet ve gerçek sahibinin Yüce Allah olduğunun binicinde olmak gerekir. Aksi halde malî sorumluluk ve ibadetler, istenen ruhî olgunlukla yerine getirilemez. Psikolojik hâlini ve motivasyonunu olgunlaştırıp niyetini saflaştırabilmesi için her insanın bu gibi kabul ve motivasyonlara ihtiyacı vardır. Ayrıca sağlığın, mal ve servetin bir imtihan aracı olduğunu da unutmamak gerekir.

Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (Teğabun, 64/15)

“Öyleyse, gücünüz yettiğince Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin ve kendinizin hayrına olarak infak edin. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa; işte onlar, felaha erenlerin tâ kendileridir.” (Teğabun, 64/16)

Sadaka verme motivasyonunu engelleyen psikolojik haller vardır. Bunların başında cimrilik gelir. Eğer insan doğuştan cimri ise bunun da bir imtihan vesilesi olduğunu unutmamak gerekir. Allah onu cimrilikle imtihan ediyor olabilir. Bu cimriliğini ne kadar yener ve cimriliğine rağmen malının bir kısmından feragat edip verebilirse alacağı sevap da o derece büyüktür.

Kendilerinde cimrilik hastalığı bulunan kimselerin manevî tedavi yollarına başvurmaları gerekir. Bunun da çeşitli yolları vardır. Örneğin; imanı güçlendirmek, İslamî kuralları iyice içselleştirip farkına vararak/manevî hazzını hissederek yaşamak, Allah’a daha çok sığınmak, O’na dua etmek, ibadete daha çok yoğunlaşmak, Allah’ı çokça anmak, cömert olmak konusunda kendi kendine telkinde bulunmak, nefsiyle mücadele etmek, ayrı bir kişiymiş gibi karşısına alıp konuşarak nefsini ikna etmeye çalışmak, kendini sadaka vermeye zorlamak, nefsi vermeye alıştırmak gibi yöntemlere başvurulabilir.  

Hadisin dikkat çektiği noktalardan biri, zengin olma hayalleri ve planları peşinde koşarken sadaka verip infak etmenin zorluğudur. Çünkü nefis ve şeytan kişiyi olumsuz yönde etkileyerek sadaka vermesini engeller. Nitekim hadisin dikkat çektiği diğer bir nokta da fakirlik korkusudur. Şeytan kişiyi sürekli fakirlikle korkutur ve ona cimriliği telkin eder.[4] Bu yüzden hayır işlerde acele etmek gerekir. Aksi takdirde şeytan araya girer ve insanların hayır yapma yönündeki kararlarına engel olur, türlü bahanelerle onları caydırabilir.

Şeytanın görevi kişinin hayrına, sevabına, salih/iyi ameline engel olmaktır. Müminin görevi de şeytan ve nefisle mücadele ederek ebedî mutluluğu kazanmaktır.

Mümin bu noktada da sınavdadır. Bütün zengin olma plan ve hayallerine rağmen nefsini ikna edip Allah için verebilirse alacağı sevap o oranda büyüktür. Bu yöndeki bir mücadele ona cenneti kazandırabilir.

Allah Teala herkese cenneti kazanacağı bir imtihan vesilesi yaratmıştır. Kişiler daha çok bu imtihan vesilelerini başarı ile geçtiklerinde cenneti hak ederler.

İnsanların yanıldıkları bir nokta sağlıklı ve güçlü iken muhtaç duruma düşmeyeceklerini sanmalarıdır. Sağlıklarına, güçleri ve gençliklerine güvenerek düşkünleri, ihtiyaç sahiplerini görmezler veya görmezlikten gelirler. Hadisin dikkat çektiği noktalardan biri de iyi halde iken iyi halde olmayanların halini görebilmek, onları anlayıp el uzatabilme erdemliğini gösterebilmek, bu halde iken verilen sadakanın büyük sevaplara vesile olduğunu vurgulamaktır.

İnsan psikolojisinde yaşanan diğer bir nokta ise ölüm döşeğine yatıp hayattan ümit kesildiğinde cömertleştiğin artmasıdır. Oysa bu noktaya geldikten sonra gösterilen cömertliğin bir yararı yoktur; çünkü hayattan ve dünya malından yararlanma ümidi bitmiştir. Ayrıca malî tasarrufunun artık varislere geçtiği ya da geçeceği andır. İslam hukukuna göre de böyle bir kimsenin malının ancak üçte biri üzerinde tasarruf hakkı vardır. Fazlası geçerli değildir.

Hadis, sadakaların, bu noktaya gelmeden önce verilmesi gerektiği yönünde müminlere bir uyarıda bulunmaktadır. Bu yüzden insan, gücünün yettiği kadar Allah’a sığınıp hırslı ve cimri olmaktan kaçınmalı; cömert ve asil olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışmalıdır. Aksi takdirde başkalarına ihtiyacı olmayacağını ve kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, hiçbir ihtiyacı kalmamış sanarak başta kendi nefsini, daha sonra da çoluk çocuğunu ve içinde yaşadığı toplumu felaketlere sürükler.

***

09. 03. 2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com


[1] Müslim, Birr 56; Ahmed b. Hanbel, II, 160, 191, 195, 431, III, 323.

[2]  Ahmed b. Hanbel,II, 256, 340, 342, 441; Neseî, Cihad 8.

[3] Ebu Davud, Cihad 21.

[4] Bakara, 2/268.

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 9, 2008 in • Hadis Yorumları