RSS

Aylık arşivler: Kasım 2008

Yılanları Öldürmek Sevap mıdır?

Yılanları Öldürmek Sevap mıdır?

 

Soru 2)  “Kim yılan görür de öldürmezse bizden değildir.”, “Bir yılan öldürene on hasene vardır.” hadisleri hakkında ne dersiniz? Gerçekten yılan öldürmek sevap mıdır? Bizim buralarda böyle bir inanç vardır? Ne dersiniz?

Cevap 2) Gerek konular arasına serpiştirilerek gerekse müstakil babalar halinde, kaynaklarda, yılanlarla ilgili oldukça bol rivayetler yer almaktadır. Ancak biz burada söz konusu rivayetleri tek tek ele alıp değerlendirmeye girmeyeceğiz. Konuyu yansıtan birkaç rivayete yer verip yılanların öldürülmesi ile ilgili bir kaç noktaya temas ederek soruya cevap vermeye çalışcağız.

Öncelikle bir peygamber, soruda yer aldığı gibi sebepsiz ve kayıtsız bir üslupla bir canlı türünü öldürmeyi emretmez. Bu durum onun bütün âlemlere ve kâinata rahmet olarak gönderilişine ters düşer. O, ağacın altında dinlenmekte olan bir ceylanı rahatsız etmemek için ordunun güzergâhını değiştirip yanı başına bekçi dikecek, bir kuşun yuvasını bozanı cezalandıracak, devesine ağır yük yükleyene nasihat edecek,  sırf spor olsun diye keyfi olarak avlanmayı yasaklayacak kadar merhametlidir. Ne kadar yırtıcı olursa olsun muzır olmayan hiçbir canlının öldürülmesine müsaade etmemiştir. Sebepsiz ve istisnasız bir şekilde bir canlı türünü yok etmeye kalkmak, -hâşâ- “Ya rabbi, bu canlıyı boşuna yarattın!” demek gibi bir şey olur. Hiçbir canlı boşuna yaratılmadı ve her canlının bu kâinatta ifa ettiği bir görev vardır. O halde peygamber mutlak şekilde yılanların öldürülmesini emretmez. Buna göre muzır olmayan, zarar vermeyen, ya da zararından korunma imkânı olan bir hayvan öldürülmez.

Mutlak ve istisnasız öldürmeyi emreden rivayetler ya asılsızdır, peygambere ait değildir; ya onda zapt kusuru vardır veya eksik nakletme söz konusudur. Ayrıca bir konu hakkında bir kanaate varabilmek için o konu ile ilgili rivayetlerin tamamını bir arada görmek gerekiyor. Bu yola başvurduğumuzda rivayetlerin çoğunda istisna söz konusu olduğu, saldırma tehlikesi karşısında sadece zehirli yılanların öldürülmesi emredildiği, evlerde insanlarla beraber yaşamalarına rağmen zararsız olanların öldürülmesi ise yasaklandığı görülmektedir.

Demek ki burada amaç yılanların kendileri değil, zararlı yani zehirli olup olmadıkları ve saldırma tehlikesinin varlığıdır. Çünkü bu yılanların zehri kurbanlarını rahatlıkla ya felç etmekte veya öldürmektedir.

Burada şunu ifade etmek gerekir ki, hiçbir yaratık insandan değerli değildir. Yüce Allah yaratıkların en üstünü, en şereflisi olarak insanı yaratmış, kâinatı emrine vermiştir. Ona hiçbir şeyin, hem cinsinin dahi zarar vermesini istemez. Bu manada onlarca koruyucu emir ve cezalar koymuştur. İnsanın insana yüz ekşitmesini dahi yasaklamıştır. O (c.c.) en küçük hain bakışları dahi bilmekte ve değerlendirmektedir.

İnsan Allah’ın şah eseridir. Değil canlısına, ölüsüne dahi zarar verilmesini yasaklamıştır. Her canlının ekolojik denge içerisinde mutlaka belli bir görevi vardır; fakat insana zarar verecekse, ona muzır olmuşsa; evine tecavüz eder, hayatını tehdit ediyorsa, cinsinin tamamını değil, fakat canını korumak için saldıranı öldürmeye müsaade etmiştir.

Düşünün zehirli bir yılan evinize girse ve öldürmekten başka kurtulma çareniz yoksa ne yaparsınız?!. Dolayısıyla hadislerdeki yılanları öldürme emirlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

“Kim yılan görür de öldürmezse bizden değildir” ifadesi mutlak manada ele alındığında, doğru değildir. Ancak zehirli bir yılan yerleşim alanlarına girer ve birileri onu görüp de öldürmediği veya haber vermediği takdirde gidip birilerine sokup ölümüne sebep olacaksa, görenin bu vurdumduymazlığı affedilecek bir durum değildir. Müslüman Müslüman kardeşini her türlü tehlike ve zararlardan korur. Bu hem insanlığın hem Müslümanlığın bir gereğidir.

Bazı Rivayetler Şöyledir:

1) Taberânî soruda yer alan rivayete benzer ifadelerle şöyle bir rivayet nakleder:  “Yılanların tümünü öldürünüz. Kim yılanı intikam alır korkusuyla serbest bırakırsa bizden değildir.”[1]

Heysemî bu rivayetin senedinde Dâvûd b. Abdulcebbar’ın yer aldığını ve bu kişinin zayıf olduğunu belirtmektedir.[2] Bu rivayette sıkıntı “tümünü öldürünüz” şeklinde, öldürmenin istisnasız ifade edilmesidir. Zira bu haliyle diğer riayetlerle çelişmektedir. Çünkü onlarda istisna söz konusudur.

2) Sâlim, İbn Ömer’den naklettiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurdu:  “Yılanları öldürünüz. Özellikle sırtında iki çizgi bulunanı ve ebteri/engerek yılanını öldürünüz. Çünkü o ikisi göze zarar verir, hamile kadının çocuğunu düşürtür. Kim onları öldürmezse bizden değildir.[3] Aynı rivayet Buhârî’de Hz. Aişe’den nakledilmektedir.[4] Zührî, “öldürülmesi emredilen bu iki yılanın zehirlilerden olduğunu zannediyoruz” demektedir.

Rivayette belirtilen öldürme sebeplerinden söz konusu yılanların zehirli ve zararlı oldukları; ayrıca dağda bayırda yaşayanlar değil, evlere, evlerin bahçe ve çardaklarına giren yılanlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani birilerine sokma tehlikesi vardır.

3) Abdullah b. Ömer, “Bir yılan gördüm mü onu öldürmeden bırakmaz oldum. Bir gün evlerde yaşa­yan yılanlardan birini kovalarken yanımdan Zeyd b. Hattâb veya Ebû Lübâbe geçiyordu. Ben hâlâ yılanı kovalıyordum. Bana; “Yavaş ol Ey Abdullah!” dedi. Ben; “Resûlüllah (sav) onların öldürülmesini emir buyurdu”, dedim. O, “Resûlüllah (sav) evlerde yaşayan yılanları öldürmekten nehiy buyurdu”, dedi.[5]

Bu rivayet de Hz. Peygamber’in her yılanın öldürülmesini emretmediği görülmektedir.

4) Abdullah şöyle bir olay nakleder: Peygamber (sav)’le birlikte mağarada idik. Ona Mürselât sûresi indirilmiş, biz de bu sûreyi onun ağzından taze taze alıyorduk. Birden üzerimize doğru bir yılan çıka geldi:

“Onu öldürün!” dedi. Biz de öldürmek için davrandık, fakat yılan biz davranmadan önce kaçtı. Bunun üzerine Resûlüllah (sav): “Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şerrinizden korudu.” buyurdu.[6] Bu da zarar vermesinden emin olunan bir yılana sırf yılan olduğu için öldürülemeyeceğini göstermektedir.

Sonuç: Hadislerde yılanların öldürülmesi mutlak ve istisnasız emredilmemiştir. Soruda belirtilen kanaatler yanlıştır, İslam’a mal edilemez. Yılan öldürmek sevap olamaz. Bu kanaatler, rivayetlerin farklı üslup ve ifadelere sokulup yanlış değerlendirilmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu gibi asılsız rivayetlere dayanarak ya da yanlış değerlendirmelerle Hz. Peygamberi hayvanlara karşı acımasız göstermek doğru değildir, vebaldir.

***

 


[1] Et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, II, 335.

[2] El-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IV, 69, no. 6121.

[3] Et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, XII, 310.

[4] Buhârî, Bed’u’l-halk 14, (I, 484, no: 418).

[5] Müslim, Selam 128, 130, 131.

[6] Müslim, Selam 137.

 

 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 21, 2008 in Sorular ve Cevaplar

 

Ondokuzuncu Hadis/Allah’a Dönüş Ne Zaman?!.

Ondokuzuncu Hadis

 

عَنْ ابْنِ عُمَرَ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

“إِنَّ اللَّهَ يَقْبَلُ تَوْبَةَ الْعَبْدِ مَا لَمْ يُغَرْغِرْ”.

İbn Ömer’in (r.a.) naklettiğine göre Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah (c.c.) can boğaza gelinceye kadar kulunun tevbesini kabul eder.”

[Tirmizî, Tevbe, Daavat 98; Muvatta, Hudud 2]

 

Allah’a Dönüş Ne Zaman?!.

 

Varlık hiyerarşisinin en üst konumu Yüce Allah’a aittir; O ‘ekber’dir, yani en büyüktür; eşi ve benzeri yoktur. Eşsiz Yaradan, bu hiyerarşinin ikinci kademesini insana bahşetmiştir. O, yaratılmışların en şereflisidir.

Bu şeref ve üstünlük nereden geliyor dersiniz? Melekler nurdan, cinler ateşten, insan topraktan yaratılmış iken, neden yaratılmışların en üst konumunda insan yer alıyor? Üstünlük yaratılış maddesine göre olsaydı, yaratılanların en üstünü meleklerin olması gerekmiyor muydu? Melekler sadece Allah’a kulluk edip itaatlerinden milim şaşmaz iken neden onlar değil de insan? Çünkü meleklerin isyan etme kabiliyetleri yoktur. Onların fıtratına günah işleme duygusu ve potansiyeli yerleştirilmemiştir. İnsan ise hem itaat hem isyan etme kabiliyetine sahiptir. Akıl ve iradesiyle Allah’a itaati seçtiğinde melekleri aşabilmektedir. İşin esprisi de buradadır.

Neden varlık hiyerarşinin derecelendirmesi ile bir giriş yaptığım sorulabilir. Aslında bütün yaşam serüveni boyunca yaşadığımız sorunların ana kaynağı sanırım bu hiyerarşiyi doğru okuyamamaktan ileri geliyor? Zira bu hiyerarşi doğru algılandığında hayata ve olaylara farklı bakacağımız, hayata farlı bir anlam vereceğimiz kesindir. Merkezdeki varlığı doğru algılayamazsak onun dışında yer alan hiçbir şeyi doğru algılamamız mümkün değildir. Çünkü bütün varlıklar O’na, yani merkeze bağlıdır. Her şey O’nda başlıyor, her şey O’nda bitiyor.

Birkaç sene önce karşılaştığım bir soru ciddi bir eksikliğimizi fark etmeme neden oldu. Kızım daha ilkokul birinci sınıfa gidiyordu. Onu Kutludoğum programlarına götürmüştüm. Slaytlarla, şiirlerle, panel ve konferanslarla iki cihan güneşi Peygamber Efendimiz (sav) değişik yönleriyle anlatılıyor, tanıtılıyordu. Duygulu anlar yaşıyor, olağanüstü güzellikleri paylaşıyorduk. Çocuklarımın da o iki cihan güneşini tanımasını istiyordum. Bir gün bana “Baba neden hep Peygamber Efendimiz de Allah değil. O’nu da yaratan Allah değil mi? O’nun daha çok anlatılması gerekmiyor mu?” dedi. Bu soru karşısında çarpıldım. Hemen soruyu kaydettim ve üzerinde düşünmeye başladım. Aslında iki cihan güneşi ile ilgili programlarda sorun yoktu. Sorun tıpkı Peygamber Efendimizin anlatıldığı gibi Yüce Allah’ın da anlatıldığı, tanıtıldığı programların bulunmayışıydı. Varlığın ve var olmanın merkezinde yer alan, her şeyin kendisiyle kaim olan Allah’ın zihinlere yerleştirilmemesi, layıkıyla anlatılmamasıydı.

Aklıma Peygamber Efendimizin gelişi ve ilk icraatı geldi. Onun ilk icraatı bozulan akideleri düzeltmek, fert ve toplumların ilâh algılarını, tevhîd akidesini rayına oturtmak oldu. Kelimeyi tevhide baktığımızda onun olumsuzdan olumluya doğru bir seyir izlediğini, adeta önce bütün zihinleri silip tertemiz hale getirdiğini, sonra da oraya sadece Allah’ı yerleştirdiğini görüyoruz: “Lâ ilâhe illallah!”.

Ve kutlu doğum haftaları gibi acaba Allah’ı anlatma ve anlama günleri veya haftası gibi bir hafta ihdas edip, gerçekte Allah’ı nasıl anlamamız gerektiğini, mükemmel sıfatlarını detaylı ve derinlemesine anlatsak diye düşünmeye ve bir gün bu konuda bir şeyler yazıp çizmeyi, konuyu gündeme getirmeyi düşündüm.

Bizim ilâh algımızda bir problem var gibi geliyor bana; bir anlam kayması söz konusu!.. Mesela acaba en çok kimden korkuyoruz, ya da Allah’ın nelere kadir olduğunu, yaratan, öldüren, olduran O olduğunu, her şeyi O’nun yaptığını tam anlamıyla idrak edebiliyor muyuz? Bir şeyi bilmek ayrı bir şey; bir şeyi idrak etmek, algılamak, hissetmek, yaşamak, özümsemek, içselleştirmek ayrı bir şeydir. Önemli olan Allah dendiğinde ne hissettiğimiz, ne algıladığımız, eylemlerimizi ne oranda etkileyip nasıl yönlendirdiğidir. Problem de burada zaten. Anlatmak istediğim de bu.

Örneğin Allah’ın helâl kıldığını haram ve haram kıldığını helâl kabul edenler, Kur’an’ın ifadesiyle kendi nefislerini ilâh edinmişlerdir[1]. İslâm’a girmeden önce Hıristiyan olan Adiy b. Hâtim (ö.68/687) Peygamberimize gelmiş, onun, “Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab bildiler…”[2] mealindeki âyeti okuduğunu işitince, “Ey Allah’ın Resûlü, onlar bunları rab edinmediler.” demiş, Resûl-i Ekrem de ona; “Evet, dediğin doğrudur; ancak bunlar onlara helâlı haram, haramı da helâl kılmış, onlar da bunları kabul edip uygulamışlardır. İşte onların bunları rab edinmeleri bundan ibarettir.”[3] cevabını vermişti.

Bundan da anlaşılıyor ki sadece Allah demek ya da Allah’a inanıyorum demek yetmiyor. Allah demenin de bir karşılığı, bir yansıması, bir bedeli olmalı. Önemli olan bu inancın etkinliği, fonksiyonudur.

Aslında bu yazıyı yazmama vesile olan, İlah/Tanrı/Rab algımızı sorgulamayı gerektiren ikinci bir soru oldu. Liseye giden ikinci bir çocuğum, bir gün çekine çekine yanıma geldi. Baba, dedi, sana bir soru soracağım ama bu soru bana ait değil. Sınıfta bir arkadaşım sordu. Sorunun saçma olduğunu biliyorum, kendime göre de cevap vermeye çalıştım ama yine de sormadan edemeyeceğim. Arkadaşım dedi ki, “Madem en güçlü Allah’tır. Neden kendisinden daha güçlü bir şey yaratmıyor?” Evet. Bu soru karşısında irkildim. İfsat etmek için bile olsa bu kadar insafsız bir soru olamazdı. Elbette bu soru o yaştaki çocuğa ait değil, ama belikli birileri bu soruyu o çocuğun kafasına sokmuş ve bir vesile ile o da arkadaşlarına sormuş. Çocuk saf, temiz ve masum; işin vahametini bilmiyor elbet, fakat ya bu soruyu o çocuğun kafasına sokan?!.. Bir kez daha bizde Tanrı/İlah algısı sorunu olduğunu düşünmeye başladım. Bizler topluma nasıl bir ilâha inanacağımızı anlatamadık mı acaba? Dikkat ettiniz mi her namazın her rekâtının başında okuduğumuz Fatiha suresinin ilk âyetleri Yüce Allah’ı anlatıyor: Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah’ın adıyla. Hamd (bütün övgüler), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, rahmân(esirgeyen)dır ve rahîm(bağışlayan)dir. Ceza gününün mâlikidir (kıyamet gününün yegâne hükümranıdır)… (Fatiha, 1/1-4) Tanrı algıları anlam kaymasına uğramasın diye yüce Allah kendisini inanan kullarına sık sık hatırlatıyor. Çünkü hayat Tanrı/İlah/Rab algısı ile şekilleniyor, anlam kazanıyor.

Şu insanoğlu ne garip bir varlık, değil mi?

İsterseniz şu insan denen varlığı biraz tanımaya çalışalım.

Yüce Allah insanı topraktan yaratmış, ona kendi ruhundan üfleyerek diğer yaratıklarından üstün tutmuştur. Böylece yüce Allah, insanın içgüdü ve ideallerinin hayvanın içgüdü ve isteklerinden aşkın olmasını dilemiştir.

İnsanın tabiatı, yapısı itibarı ile hem iyiliğe, hem de kötülüğe yatkın yaratılmıştır. Bununla beraber iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırması için akıl nimeti ile donatılmıştır. Fakat akıl her konuda doğru ile yanlışı tayin etmede nihai bir güç olamamaktadır. Onun hem dünyaya hem de ahirete yönelik yapıp etmelerinde sağlıklı bir rehbere, yanıltmayan bir yardımcıya, şaşmaz bir kritere ihtiyaç duymaktadır. Bu sayede karmaşık meselelerin içinden çıkabilecek; kendisini kuşatan şüphelerin etkisinden, ihtirasların cazibesinden, bedenine ve mizacına arız olan faktörlerin etkisinden kurtulabilecek, böylece akıl, kendi ölçülerine göre farklı ve değişik hükümler verip çelişkiden çelişkiye sürüklenmeyecek, çeldirici faktörlerin etkisinden kurtulup Allah’a yönelebilecek, peygamberi vasıtasıyla insanlığa bildirdiği vahye kulak verip doğru yola, gerçeğe ve hakikate ulaşabilecektir.

İnsan Rabbine karşı çok nankördür. O’nun sayısız nimetlerini inkâr eder, lütuf ve ihsanını yok sayar. Onun bu nankörlüğü bazen sözlerinde bazen de fiillerinde değişik şekillerde ortaya çıkar. Sağlığı yerinde, maddi ve manevi durumu müsait iken, kendini hayatın akışına kaptırır; bu gidişatla da doğal olarak hata eder, günah işler, azar ve kuralları çiğner, yok eder. İlerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına bile getirmez. Zenginlik ve bolluk, şımarıklık ve azgınlık ona birçok şeyi unutturur. Azgınlık sonucu belayı hak edip başına bir bela ve musibet gelince de boynu bükük, zavallı bir duruma düşer. Birden bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında bunalır, refahın çabucak gelmesini ister. Duası kabul edilip felâketten kurtulduğunda da, artık bir daha geriye dönüp bakmaz, sonunun nereye varacağını hesap edip düşünmez. Daha önce olduğu gibi hiçbir şeye aldırmadan tekrar dünya hayatına dalar, gider. Başına gelen sıkıntıdan dolayı Allah’a hiç yalvarmamış gibi olur.

Hâlbuki insanoğlu sahip olduğu her şeyin, kendisine verilen bütün imkânların bir sınav aracı olduğunu bilmesi gerekiyor.  Dünya nimetlerine dalıp yolunu şaşırmaması, sınandığı bu nimetlerin peşine ihtirasla koşup sorumluluklarını unutmaması gerekiyor.

İnsan denen bu tuhaf yaratığın duygu dünyası karmaşık ve lâbirentli bir dünyadır. O duygu dünyası imanla donanmadıkça durulamıyor, huzura ve istikrara kavuşamıyor. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, iman denen cevherin insanın kalbine girip de onun düşüncelerini, önem verdiği şeyleri ve değer ölçülerini değiştirmeyip vahye yönlendirmedikçe ona pek fazla bir yarar sağlamıyor.

İnsan her an Allah tarafından gözetlendiğini bilmesi gerekiyor. Bu kendisini kontrol etmesi açısından önemlidir. Fakat bütün gayretine rağmen hataya düşmüşse İslam ona kapıları kapatmıyor. Tevbe yoluyla tekrar istikamet yoluna girmesini sağlıyor. Yaptığı hatadan döner ve bir daha aynı hatayı işlemeyeceğine kararlı bir şekilde söz verirse, Allah’ın affına mazhar olabiliyor. İslam dışlayıcı değildir, hep merkeze çekici bir özelliği vardır. Mensuplarının günaha dalmamaları için o kadar çok teşvikleri vardır ki bir iyiliğe en az on, samimiyetine göre yedi yüz ve daha fazla katı kadar mükâfat vermeyi vaat ediyor. Günah ise misliyle karşılık buluyor. Küfürden tevbe edip imana yeni girenlere, geçmişi tamamen silmeyi ve tertemiz bir sayfa açmayı vaat ediyor. 

Fakat insan Allah’ın sonsuz merhametinin arkasına sığınıp ‘Allah nasıl olsa affediyor, biraz daha nefsimin arzularına kulak verip zevkime bakayım’ der, isyanına devam ederse, ileride yapmayı düşündüğü tevbe kendisine nasip olmayabilir. Çünkü çıkış noktası ve niyet hatalıdır, yanlıştır. Hem sonra akşamdan sabaha çıkmaya kimin garantisi olabilir ki!..

Yüce Allah’ın, “Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği zaman; «şimdi tevbe ettim» diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici azab hazırlamışızdır.” (Nisa, 4/18) sözü, günahta ısrar edenlerin akıbetinin iyi olamayabileceğini ifade ediyor. Çünkü bu tevbe sapıklığı ısrarla sürdürmüş ve günahları tarafından çepeçevre kuşatılmış kimselerin ölüm gerçeği ile karşılaşıp dünyadan ümitlerini kestikleri ve günah işleme imkânları kalmadığından mecburiyet altında yaptıkları bir tevbedir. Bu yüzden yüce Allah bu tevbeyi kabul etmez. Çünkü böyle bir tevbe ne kalbin tekrar ıslâh olmasını sağlar ne de hayatta olan kimselere bir yararı olur. Çünkü tevbenin bir amacı da dünyada yapılan kötülüklerin azalmasını veya ortadan kalmasını sağlamaktır. Kötülüğü yapan kimsenin ölmesiyle başkalarına yaptığı kötülükler zaten ortadan kalkacaktır.  Dolayısıyla böyle bir tevbenin dünyanın gidişatında olumlu bir katkısı yoktur.

 “Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/17)

“Fazla geç kalmadan tevbe edenler”den maksat, ölecekleri belli olmadan, henüz komaya girmeden, ölümün eşiğine geldiklerini hissetmeden önce Allah’a dönenlerdir. Fahr-i kâinet Efendimiz (s.a.v.) bunu, “Yüce Allah can boğaza gelinceye kadar kulunun tevbesini kabul eder.” sözüyle ifade etmiştir.

Yüce Allah’ın bir lütuf olarak kabul edeceğine ilişkin güvence verdiği tevbe, yürekten yapılan tevbedir. Derinden sarsılarak gerçek ve samimi pişmanlık duyguları ile yapılan tevbe, arınmaya niyetli bir insan nefsi için bir tür ‘yeniden diriliş, yeniden doğuş’ anlamına gelir.

Yüce Allah rahmetine yönelen, yaptıklarına pişman olup dergâhına sığınmak isteyen zayıf iradeli kullarını geri çevirmez, onları dışlamaz. Aslında yüce Allah’ın insanların tevbesine ihtiyacı yoktur. O her şeyden müstağnidir. Tevbeler ancak sahiplerine yarar sağlar.

“Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar (kötü arzuların esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (Nisa, 4/27)    

 “Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisa, 4/28)

Peki öyleyse henüz iman etmemiş biri isek yeniden iman etmemize, iman sahibi olup da günaha dalmış biri isek tevbe etmemize engel olan ne!

Yoksa kapımıza meleklerin gelmesini mi, yoksa Allah’ın gelemsini mi, yoksa bir mucize veya bir felaket veya başka bir işaretin gelmesini mi bekliyoruz! Ancak böyle olağanüstülükler karşısında yapılacak iman ya da tevbenin sahibine bir faydası yoktur. Yiğitlik hür irade ve zorlayıcı bir unsur olmadan yapılan iman ve tevbededir! Evet, yüce Allah öyle diyor:

“Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!” [En’am, 6/158]

Peki o halde düşündük mü, Allah’a dönüş ne zaman?!.

***


[1]el-Câsiye (45), 23.

[2]et-Tevbe (9), 31.

[3]Tirmizî, Tefsîr sûre (9) 10.

***

13. 11. 2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

***

 

 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 13, 2008 in • Hadis Yorumları

 

Onsekizinci Hadis/Arzuları Vahye Tâbi Kılma Erdemliği

 

Onsekizinci Hadis

 

عن عبد الله بن عمرو ، قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم :

« لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتىَّ يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْتُ بِهِ »

 

Abdullah b. Amr’dan (r.a.) nakledildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Hiç biriniz, arzu ve istekleri benim tebliğ ettiklerime tâbi olmadıkça gerçek manada iman etmiş olamaz.”

[İbn Batta el-Ukbarî, el-İbânetu’l-Kübrâ, I, 291, no. 298 (Şâmile v2); Hatib Tebrizî, Mişkât, Beyrut, 1985, I, 36]

 

Arzuları Vahye Tâbi Kılma Erdemliği

 

Hadisin anahtar terimleri, “arzular/duygular” ve “arzuların motivasyonu/ vahye tâbi kılınması/güdülenmesi” kavramlarıdır.

İnsan çeşitli duygu ve kabiliyetlerle dünyaya gelir. Hem hayra/iyiye/iyiliğe, hem de şerre/kötüye/kötülüğe mütemayil/meyilli bir yapıda yaratılmıştır. İnsana doğuştan verilen bu duygu ve kabiliyetlere hep birden kısaca fıtrat denir.   

“Fıtrat” sözlükte; ‘hilkat/yaratılış, yapı, karakter, tâbiat, mizaç, kâlb-i selim, âdetullah, dîn’ gibi manalara gelir. ‘Tâbiî eğilim, uygun olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidaat’ gibi manalara da gelir.[1] Kısacası fıtrat, insanın yaradılışında var olan duygu, içgüdü ve yönelimlerinin tamamını temsil eden bir kavramdır. Terim olarak ise; “Allah Teâlâ’nın, insanı, yaratıcısını bilip tanıyacak ve varlığını idrak edecek bir hâl, bir istidât, bir kabiliyet üzere yaratması” demektir.[2] Tefsircilerin çoğu fıtratı, ‘gerçeği kabul ve anlama kabiliyeti’, fıtrata sarılmayı da ‘gereğince amel etmek’ şeklinde tefsir etmişlerdir.[3]

“Duygu” ise; “herhangi bir zihin, his, tutku hareketi veya devinimi”; ya da “uyarılmış zihinsel durum” olarak ifade edilebilir. Amerikalı psikolog Dr. Daniel Goleman duyguyu, “bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik hâller ve bir dizi hareket eğilimi” anlamında kullanır.[4]

Tezahürlerine bakıldığında yüzlerce duygudan söz etmek mümkündür. Tüm araştırmacılar aynı kanıda olmasa da bazı kuramcılar ‘temel duygu kümeleri’nden söz ederler. Bu kümelerin başlıcaları; öfke, üzüntü, korku, zevk, sevgi, şaşkınlık, iğrenme ve utanç olarak belirtilir.[5]  Her bir kümenin farklı tezahürleri vardır. Örneğin öfkenin hiddet, hakaret, içerleme, gazap, kızma, sinirlenme, hınç, kin, rahatsızlık duyma, alınganlık, düşmanlık ve daha ileri boyutu olan patolojik nefret ve şiddet; üzüntünün acı, keder, neşesizlik, kasvet, melankoli, kendine acıma, yalnızlık, can sıkıntısı, umutsuzluk ve patolojik olduğunda şiddetli depresyon; korkunun kaygı, kuruntu, sinirlilik, tasa, hayret, şüphe, uyanıklık, vicdan azabı, huzursuzluk, çekinme, ürkme, dehşet, patolojik olduğunda ise fobi ve panik; zevkin mutluluk, coşku, rahatlama, tatmin, haz, sevinç, eğlenme, gurur, tensel zevk, heyecan, vecd hâli, hoşnutluk, kendinden geçme, aşırı zindelik ve kapris; sevginin kabul görme, dostluk, güven, iyilik, yakın ilgi, sadakat, hayranlık, aşırı tutkunluk ve muhabbet; şaşkınlığın şok, hayret, afallama, merak; iğrenmenin hor görme, aşağılama, küçümseme, tiksinme, nefret etme, hoşlanmama, itici bulma; utancın suçluluk, mahcubiyet, hayal kırıklığı, pişmanlık, küçük düşme, üzülme, çile ve nedamet[6] gibi tezahürleri/dışa yansımaları vardır. Bütün bu tezahürler, bireyin kişisel fıtrî yapısının yanı sıra, yetişmesinin, aldığı eğitimin; dinî, ahlakî ve sosyal kabullerinin ve daha pek çok faktörün etkisiyle tecelli eder. Bu etmenlerin etkisiyle şekil ve boyut kazanır.

Eylemlerin tezahüründe aklın ve bilginin yanı sıra duyguların da etkisi vardır şüphesiz. İnsanın bütün davranışlarında yalnızca akılla hareket etmez/edemez. Bazı davranışlarında duyguların yardımına, desteğine, yönlendirmesine ihtiyaç duyar. Örneğin bir tehlike ve acı bir kayıp, ya da eşine bağlanma ve bir aile kurma gibi, sadece akla bırakılamayacak durumlarda, duygular birer yol göstericidir.[7] Her duygu bizi bir şekilde hareket etmeye hazırlar. Aslında tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan birer motivasyonlar/ dürtülerdir.

Yaşamımızda zihinle kalbin uyumunu sağlamak için duyguları zekice kullanmak son derece önemlidir. Bunu başarabilmek için vahyin önderliğinde duyguların eğitimine ihtiyaç vardır. Zira insanın, yaşamı süresince bilgi ve deneyimleriyle edindiği kişiselleştirilmiş duyguları da söz konusudur. Yani insan önceleri duyarsız olduğu bir uyarana, bilgi ve deneyimleri sonucu, zaman içinde ona duygusal bir nitelik atfetmiş olur. Bütün bunlar duyguların da eğitilmesi, bilgi ve deneyimlerle belli bir istikamete yönlendirilmesi; diğer bir ifade ile eylemleri güdüleyen, aynı zamanda onlara şekil veren bir ‘ana motivasyon değeri ve ekseni’nin kabullenilmesi gerektiğini gösterir. Yorumlamaya çalıştığımız hadise göre bu ana motivasyon ekseni, ‘vahiy/Kur’an’ ve onun bir açılımı ve yorumu mahiyetinde olan ‘Sünnet’tir. Hadiste yer alan arzu ve isteklerin/hevânın, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiklerine tâbi kılınmasının anlamı budur.

Sözlükte keyif anlamına gelen hevâ, “nefsin şehvetlere meyli” demektir. Hadiste hevâ olarak ifade edilen istek ve arzular; diğer bir ifade ile fıtrî temayüller iki kısımdır: Birincisi ilme/vahye uygun olanlar, ikincisi de ilme/vahye uygun olmayanlar.

İlme/vahye uygun olan hevâ, Allah Teâlâ’nın nazarında ‘yaratılış gayesine uygun düşen eğilimler’dir. Zira şehvetlerin de yaratılışı boşuna değildir; onlar insanları yaratılışlarının gayesine ulaştırmak için Allah tarafından yaratılan birer yönlendirici güç ve sebeplerdir. Ancak insan zekâsının şeytanî yönü, onları gayelerinden döndürerek ilmin/vahyin zıddına olarak sırf zevk için boşuna da israf edebilir. Örneğin iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık bir temayül/eğilim iken; zina, yani nikâhsız gayrı meşru ilişki temayülü/eğilimi, ilme aykırı ve ‘yaratılış gayesine uygun düşmeyen’ bir hevâdır. Genellikle hevâ da böyle şeylere denir. Bu durumda ilme/vahye uygun düşmeyen hevâ, “fıtrî duyguların yaratılış gayesi dışında kullanımı” şeklinde ifade edilebilir.

İnsan hayatının, fıtrat istikametinde sürdürülebilmesi için eylemlere yön veren duyguların eğitimine ihtiyaç vardır. Her insanın yaratılışında, kendisine ait bilincin temelinde, vicdanının derinliklerinde bir hakkaniyet duygusu, Allah’ı tanıma temayülü gizlidir. Başları sıkıştığı zarurî durumlarda küfre şartlanmış inatçı kâfirlerin bile derinden derine yaratana sığınma hissi duymaları bunun en açık kanıtıdır. “İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine dua ederler.” [Rûm, 30/33] âyeti bunu ifade eder. Çünkü fıtrat, hep hakka ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. Bu gizli güç, Hakk’ı tanımaya ve gerçek yaratandan başkasına kul olmamaya mütemayildir. Fakat doğuştan var olan bu duygusal güç çarpık eğitim yoluyla köreltilebilmekte veya işlevsiz hale getirilebilmektedir.

Vahye tâbi olmayan hevâ ve hevesten uzak durmanın yolu ibadete, kulluk görevlerinin ifasına yoğunlaşmaktır. Çünkü vahye tâbi kılınmamış hevâ ve heves her türlü azgınlığın, zalimliğin, haddi aşma ve günahın itici gücüdür. Belanın temeli ve kötülüğün kaynağıdır. İnsanın başına ne gelirse bu tür hevâdan gelir.

Allah korkusu, azgın isteklerin şiddetli saldırılarına karşı sağlam bir kaledir. Yüce Allah, insanın hevâ ve hevesini tek başına serbest bırakmamasını, onu frenlemesini, dizginini eline alıp vahye tâbi kılmasını ister. Bu konuda insan nefsini ve duygularını vahiyle eğiterek ikna ederken ceza korkusu ve mükâfat ümidi telkininden destek almasını ister. Bu zorlu mücadelesine karşı da ona cenneti ödül ve sığınak olarak vermektedir.

Hiçbir insan ‘tâbiatının/doğasının gereği budur, yapısında bu vardır’ diye hevâ ve hevesini serbest bırakamaz; nefsin cazibesine kapılarak alçalamaz. Çünkü insanın içine hevâ ve hevesin dürtülerinden etkilenme yeteneği veren Yüce Allah (c.c.), aynı zamanda hevâ ve hevesin dizginini tutma yeteneğini de vermiştir. Hevâ ve hevesi frenlemeyi, cazibesinden kurtulup yükselmeyi öneren de O’dur; insanın bu mücadelede başarılı olarak çıkıp yükselmesi ve yücelmesi halinde ona mükâfat ve sığınak olarak cenneti veren de O’dur.

İnsan, akla ve bilgiye/vahye değil de, hevâ ve hevesine uyarsa, arzu ve isteklerini/hevâsını tanrılaştırmış olur. “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” [Câsiye, 45/23] âyeti bunu ifade eder. Kişinin benliğini, hayatını ve eylemlerini şekillendiren arzu ve istekleridir. İsteklerin belli bir kısmı hayatî zaruretleri oluştururken, diğer bir kısmı da bu hayatî zaruretlerle ilişkilidir. Bütün arzu ve istekler vahye tâbi kılınıp niyet yoluyla aşkın bir amaca yönlendirildiğinde ancak gerçek anlamlarını bulurlar. Bu istikamet yaratılış gayesidir; aradan çıkarıldığında arzu ve istekler/hevâ tanrılaştırılmış olur; araç olmaktan çıkar, amaç haline gelir. Artık bu noktadan itibaren kuralların belirleyicisi vahiy değil, nefistir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, günümüzde bunun adına bazılarınca özgürlük denmektedir. Nefsini tanrılaştırıp hevâsını vahye tâbi kılmayanların nezdinde, ‘vahyin yönlendirmesinden çıkıp nefsin esaretine girmenin adı, özgürlüktür.’ Oysa bir Müslümanın nezdinde gerçek hürriyet Allah’ın iradesine teslim olmaktır. Çünkü başkalarının ve nefsin esaretinden kurtulmanın tek yolu budur.

Hadiste hakiki mümin olmanın yolu, ‘arzu ve isteklerin vahye tâbi kılınması’ olarak ifade edilmiştir. Arzu ve isteklerin vahye tâbi kılınması, aklın kullanılmayacağı anlamına gelmez. İnsan aklıyla hareket eden bir varlıktır. Ancak her konuda aklıyla doğruyu, gerçeği, hakikati bulması da mümkün değildir. Özellikle metafizik konularda ve Allah’a karşı olan görevlerinin ifasında, aklın, vahyin önderliğine ihtiyacı vardır. Bununla beraber vahyin anlaşılması için de akla ihtiyaç vardır. Akıl, insanoğlunun sorumluluk nedenidir. Bu nedenle akıl ile vahiy, et ve kemik gibi birbirinden ayrılmayan bir bütünün iki parçası gibidirler.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki; arzu ve istekler vahye tâbi kılınmadığında yeryüzüne fitne ve fesadın,  adaletsizliğin, zulüm ve haksızlığın egemen olması kaçınılmazdır. Hangi durumda olursa olsun, huzur ve saadeti yakalamak mümkün değildir. Böylesi fert ve toplumlar bencil ve doyumsuz olur. Doyumsuzluk da mutsuzluğun en büyük kaynağıdır.

Arzu ve istekler vahye tâbi kılınmadığında hevânın isteklerini yerine getirmede belirleyici unsur, hakkaniyet değil, çıkarcılık ve nefsanî arzuların tatmini olur. Bu da hayatın, çıkar çatışmalarına göre şekillenmesine yol açar. Tâbii bir sonuç olarak çıkarların elde edilmesinde her şey meşru sayılır hale gelir; güçlünün zayıfı ezmesi, adaletin yerini zulmün alması, güçsüze yaşama hakkı tanınmaması, servetin belli bir kesimin elinde devlet olması/toplanması ve her türlü ahlâksızlığın ahlâk haline gelerek kabul görmesi kaçınılmaz olur. Böylesi kişi ve toplumlarda arzuları gerçekleştirecek güç ve imkânın elde edilmesi tek amaç haline gelir.

İnsan iyiye ve kötüye mütemayil yaratılmıştır. Duygularının olumlu ya da olumsuz yönünü ne zaman, kime karşı, ne kadar ve nasıl kullanacağını vahyin önderliğinde öğrenmelidir. Vahyin amacı da insana her konuda rehberlik etmek, onu fıtratı istikametinde eğitmek, doğuştan potansiyel halinde bünyesinde taşıdığı insanî vasıflarını yeşertmek ve geliştirmektir. İnsan hayvanî yönünü geliştirir arzu ve isteklerini nefsine tâbi kılarsa hayvanlardan da daha aşağı seviyeye düşer; insanî/rahmanî yönünü geliştirir vahye tâbi kılarsa yaratılmışların en şereflisi ve en üstünü seviyesine çıkar.

*** 


[1] İbn Manzûr, Lisân, “ftr” md. V, 56-58, (Beyrut 1994); Curcânî, Ta’rifât, “fıtrat” maddesi.

[2] İbn Manzûr, Lisân, “ftr” md. V, 58, Curcânî, Ta’rifât, “fıtrat” maddesi.

[3] Elmalılı, Hak Dini, VI, 3824 (İstenbul, trs., Eser Kitabevi)

[5] Aynı yer.

[6]Aynı yer.

[7]Aynı yer.

 

08. 11. 2008

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

e-mail: cemalagirman@hotmail.com

 

 
1 Yorum

Yazan: Kasım 8, 2008 in • Hadis Yorumları