Hicretin Düşündürdükleri!
Hicret kelime olarak bir yerden başka bir yere göç etmek, ana yurdundan ayrılıp başka bir yeri yurt edinmektir kısaca.
Tarihî bir vak’a olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin 13’üncü yılının 1 Muharrem (16 Temmuz) 622 tarihinde gerçekleşen hicret, başkalarına hiçbir zararı olmayan, sadece inandıklarını yaşamak isteyen bir avuç Müslümanla Hz. Peygamber’in (s.a.v.), her şeyleriyle beraber anayurtları Mekke’yi terk edip inandıklarını yaşayabilecekleri Medine’ye göç etmeleri hadisesidir.
Hiç kimse doğup büyüdüğü, çocukluk hatıralarının geçtiği yeri, eşini dostunu, akrabasını, mal varlığını bırakıp başka bir yere gitmek istemez. Fakat yaşam hakkı tanınmaz, bütün değerleri elinden alınır, zulüm ve işkence görürse, onun yapacak başka bir şeyi yoktur.
Hicret hadisesi, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Bu kutlu yolculuk Müslümanların, müşriklerin zulmünden kurtulmalarına yol açmış, İslâm’a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının, toplumun tevhide yönelişinin başlangıcı olmuştur.
Hicreti anlayabilmek için öncelikle hayata nereden ve nasıl baktığımıza, ona ne anlam yüklediğimize; yani hayat felsefemize bakmamız gerekiyor. Bir şeye nasıl ve hangi açıdan bakarsak onu öyle algılar, öyle anlarız. Herkesin hayata bir bakış açısı, bir hayat felsefesi vardır; hayatı ve olayları o bakış açısına, o felsefeye göre algılar ve anlamlandırır. Fakat bunu yaparken insanoğlu varlığın ve hayatın değişmeyen birtakım gerçeklerinin bulunduğunu hesaba katmaz. Hicreti doğuran sebepler, müşriklerin hayatın o değişmeyen gerçeklerini görememeleri, her şeyi sadece dünyadan ibaret sanıp üç beş Müslümana hayatı zindan etmeleri, onlara hayat hakkı tanımamaları olmuştur.
Sorun neydi?!. Sorun, kurulan menfaat odaklı yaşam düzeninin bozulma endişeydi elbet. Putlara tapmak bu düzenin sürmesini sağlayan mekanizmanın adıydı, işin bahanesiydi; putlar da bu düzenin ayakta durmasını sağlayan mevhum güçleri!.. Bilinen o ki kabulleri ve yapıp etmeleri doğru olduğuna inanan ve bir de bir şey kaybetme endişesi taşımayan kimselerin hakikatlerden korkma gibi bir endişeleri olmaz.
Aslına bakılırsa yeni gelen peygamber onlardan çok fazla bir şey istemiyordu. Onlardan, Kelime-i tevhid olarak ifade edilen yüce Allah’ın (c.c.) birliğini ve Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) elçiliğini kabul etmekti istediği. Özü; “(Resûlüm!) de ki: «Ey kendilerine kitap verilenler, gelin aramızda ortak bir kelimede birleşelim: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şey ortak koşmayalım ve Allah’tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmesin!..».[1] âyetinde saklıydı.
Bütün kavga bu kadar kolay bir mesele için miydi? Evet, görünürde basitti; fakat onların hayata bakışlarının yönünü bütünüyle değiştirecek, hayata yeni anlam kazandıracak bir kabulün çekirdek ifadesiydi bu. “Lâilâhe illellâh” demek, hayata tevhit penceresinden bakmak, günlük ve sosyal hayata vahiyle yön vermek, doğru ile yanlışın kıstasını vahyi ve Allah resulünün sünnetini kabul etmek, insanlara eşit bakmak; kadın-erkek, hür-köle ayırımı yapmamak, doğuştan bütün insanların eşit doğduğunu kabul etmek, zulme son verip adâleti esas almak, adâlet ölçülerini vahye göre belirlemek, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmemek, zina yapmamak, herkese hak ettiğini ve hakkını vermek, insana kul olmaktan kurtulup gerçek efendiye, Allah’a kul olmak; Allah’a kul olarak gerçek hürriyete kavuşmak… anlamına geliyordu. Aslında hicretin anlamı da buydu. Bütün bunların hayata dönüşmesi için hicret etmişlerdi onlar.
Mekke müşrik toplumu için bunları kabul etmek pek de kolay değildi. Toplumu sömüren, ezen elit bir tabaka vardı ve bunlar kendilerini diğer insanlarla eşit kabul edemiyorlardı. Toplum üzerinde kurdukları tahakküm ve sömürü düzenini, kendi fikirlerini üzerlerinden dillendirdikleri sahte tanrılar, hiçbir şeye gücü yetmeyen putlar yoluyla ayakta tutuyorlardı. Bütün bunlardan vazgeçmek kolay değildi elbet. O halde kendilerince yapılması gereken, insanlara tahakküm etme enstrümanlarını ellerinden almaya namzet bu insanlara yaşama hakkı tanımamaktı.
Hâl böyle olunca inandıklarını yaşama imkânı bulamayan bir avuç Müslüman, kurtuluşu başka yere göç etmede, ana yurtlarını terk etmede buldular.
İnsan manevî değerleriyle, imanı ve inançlarıyla vardır; onlarla insandır. Manevî değerleri yaşatmanın maddî karşılığı yoktur. Bunun en güzel örneğini Süheyb b. Sinan’da (r.a.) görüyoruz. O da hicret etmek için yola çıkmış; fakat Kureyşliler yolunu kesmişlerdi. Ona yolculuğuna müsaade edip kutlu yolun yolcusunun kervanına katılmasını istemiyorlardı. O ancak bütün servetini Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam edebilmişti.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’ye geldiğinde, orada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeline dayalı bir antlaşma imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm’ın Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler içinde olmaya ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Yine kutlu Nebî (s.a.v.), Mekke’den gelen göçmenlerle/Muhacirlerle Medineli Müslümanlar/Ensar arasında tarihte örneği görülmemiş bir kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medineli Müslümanlar mallarının yarısını muhacir kardeşlerine vermişlerdi. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine kurulmuş oluyordu. Netice itibarıyla hicret, ilk Müslümanların sıkıntılı günlerinden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplumsal bir hayata kavuşmalarına vesile olmuştu.
Hicret birçok peygamberin maruz kaldığı tarihi bir gerçekliktir. Örneğin, Hz. İbrahim bütün gayret ve çabalarına rağmen kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını görünce, küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için ana yurdunu terk ederek hicret etmişti[2]. Bu manada hicret, aynı zamanda yalnız Allah’a kulluk etmenin yollarını arama teşebbüsüdür, denebilir.
Şartlar tahakkuk ettiğinde hicret farz vacip veya sünnet hükmünde olabilir. Fakat her hâl ü kârda var olan asıl hicret, nefsî arzulardan uzak durmak, Allah’ın yasaklarından kaçınmaktır. Hz. Peygamberin ifade buyurduğu gibi, “Asıl muhacir Allah’ın yasaklarından kaçınandır.”[3]
Bugün bütün çabalarına rağmen inançlarını yaşayamayanlar, çevrenin etkisiyle çocuklarının inanç ve ahlâkına sahip olamayanlar daha iyi başka bir yere hicret edebilirler/etmeliler. Bu bazen apartmanı, bazen, mahalleyi, bazen de şehri değiştirmek şeklinde olabilir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Hicret değişim ve gelişimin adıdır; Statükodan kurtulup yeniliğin önünü açmaktır.
Hicret tek Allah’a inanmanın, putlara tapıcılığı terk etmenin, insanları hürriyetlerine kavuşturmanın, gerçek hürriyete yelken açılan kutlu yolculuğun adıdır.
Hicret adalete giden yoldur. Haksızlık ve zulmü sona erdirmenin, insana insanca muamele etmenin adıdır.
Hicreti bir de Necip Fazıl Kısakürek’in dizelerinden okuyalım:
HİCRET
Mekke’yle Medine arası yollar;
Çizik çizik, hasret arası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah’a varası yollar.
Mekke’yle Medine arası yollar.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin,
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin.
Hicret, yurtdışında aranan destek
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek;
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.
İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber,
Ufukta, varılmaz gâyeden haber.
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye,
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber.
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber.
Ayakta, Medine Müslümanları,
İslâm’ın “Yardımcısı” kahramanları…
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ
Malları, canları, hânümanları…
Ayakta, Medine Müslümanları.
Necip Fâzıl KISAKÜREK